Arama

Yazmak ve yaşamak arasında: William Faulkner

1949'da Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan ABD'li romancı ve öykü yazarı, William Cuthbert Faulkner, düzyazıyı şiirselleştirmekte sıradışı yeteneğinin olmasına rağmen, her yazar gibi yazmak ve yaşamak arasındaki ince köprüde takılı kaldı. William Faulkner'ın ölüm yıl dönümünde yaşamından detayları derledik.

Yazmak ve yaşamak arasında: William Faulkner
Yayınlanma Tarihi: 6.07.2020 11:30:08 Güncelleme Tarihi: 13.10.2020 14:05

"Şunu anladım ki yaşamanın her türlüsüyle, yazmanın her türlüsü arasında kapatılmaz bir uçurum uzanır… Yaşayabilenler yaşar, yaşayamamanın acısını çekenler de bu acıyı yazarlar…"

Faulkner gerçek yazarın, yazmakla yaşamak arasındaki sarkaçta yaşadığı gerilime referansta bulundu. Gerçek yazarın hayatının zaten yazmaktan ibaret bir eylem olduğunun altını çizdi. Onun salt yazarak yaşamakta olduğu, onun dışında başka bir hayatı zaten bilmediği gerçeğine değindi. Faulkner tüm bu doğrultularda sahici yazarlara, yazmalarını etkileyecek çok önemli öğütler verdi.

"Kelimelerin bir şeye yaramadığını anladığım zamandı; kelimelerin söylemek istediklerine bile uymadıklarını."(Döşeğimde Ölürken)

Bir roman yazarı olarak William Faulkner, her zaman kendi bildiğini okudu, eleştirel fikirlere ve genel duyarlılıklara kayıtsız kaldı. Ama yine de, yalnız konumunu, Güney'in sosyal bilincini açığa çıkarmakta bir strateji ve üstünlük sağlayan bir yer haline getirdi. Onun Yoknapatawpha Kasabası, içinde bulunduğumuz dünyanın bir parçası; Jefferson'ı da ahlaki evrenin coğrafi merkezidir.

YAŞAYAMAMANIN FELAKETİ VE SANCISI

William Faulkner, Amerika'da ve Amerika dışında ün salmadan önceki yıllarını -belki gençlik gücünün yüreğindeki coşkunluğundan, belki de ruhundaki kıpırdanışları yazmağa çırpındığı eserlere çağlayanlarca dökemediği için, dar varlığına kıstırılmış olduğunu duymanın acısı yüzünden- hayatını çocukluğundan beri efsanelerini dinlediği azgın yaşantılarla dolu bir serüven gibi yaşadı. O vakitler, yaşayabiliyordu; yaşayamamanın felaketi ve sancısı, kezzap gibi özlemi yoktu içinde. Ama adı kendi ülkesinde ve denizaşırı ülkelerde dillere destan olur olmaz Faulkner, sanki yaşamak macerasından vazgeçiverdi de sakin, düzenli, hareketsiz bir hayatın içinden, ufacık çevresindeki insanlık gerçeklerini (kendi gönlünün kenarsız çerçevesinde var oluşun tragedyasını) manevî yaşantılar halinde duymaya ve duyurmaya koyuldu. (Talat Sait Halman)

"Öldükten sonra dirilirsem," demişti Faulkner bir kere. "Dünyaya bir tembel çaylak olarak gelmek isterim. Kimse nefret etmez ondan, kimse kıskanmaz; ne bir isteyeni vardır, ne arayıp soranı; hiçbir vakit tedirgin edilmez, tehlikeye düşmez. Canının istediğini yer, yaşar." Faulkner için yalnızlık, insan hayatının haysiyetiydi. Birçok değerlerini yitirmiş olan insanlar çağdaş dünyada tek başına, mert ve gururlu yaşamanın bilincini bile elden kaçırmışlar diye düşünüyordu. Hiç değilse, kendisi bakir bir ormanın karanlık, tüyler ürpertici ama her zaman vakarlı yalnızlığını yaşamağa çalıştı.

Amerikan Edebiyatı modernist yazarlarının öncüsü sayılan William Cuthbert Faulkner, 1897 yılında New Albany, Mississippi'de doğdu. Babası, dedesi Albay William Falkner tarafından inşa edilen demiryolunda yönetici olarak çalışıyordu. Dede Falkner, The White Rose of Memphis'in de yazarıydı. William Faulkner'in doğumundan kısa bir süre sonra aile Oxford'a taşındı; genç Faulkner iyi bir okurdu fakat bu, liseyi bitirecek notları almasına yetmemişti. Mississippi Devlet Üniversitesi'nde özel öğrenci olarak bir yıldan fazla zaman geçirdi; daha sonra posta müdürü olarak döndüğü bu üniversiteden mesai saatlerinde kitap okuduğu için atıldı.

YAZMAYA DEVAM ETMESİ İÇİN TEŞVİK

Faulkner, 1914'te on yedi yaşındayken, edebiyat alanında onun akıl hocası olacak avukat Phil Stone'la dost olur. Stone, William'ın kaleme aldığı bazı şiirleri okur ve ondaki yeteneği hemen fark eder. Bu yeteneğini geliştirmesi, yazmaya devam etmesi için onu teşvik eder.

1924'te annesine ithaf ettiği ilk şiir kitabı The Marble Faun (Mermer Pan) yayımlanır, ancak kitap istediği etkiyi yaratamaz. Daha sonraki yıllarda şiirle ilgili olarak şunları söyler: "Şiirin söylemek istediklerime uygun olmadığının farkına vardığımda mecramı değiştirdim. Yirmi bir yaşındayken şiirlerimin çok iyi olduğunu düşünürdüm. Yirmi iki yaşında fikrim değişmeye başladı. Yirmi üç yaşındaysa şiir yazmayı bıraktım. Ama yazılarımda şiirsel nitelikleri kullanıyorum. Neticede düzyazı da şiir."

Faulkner, Sherwood Anderson'ın teşvikleriyle 1926'da Aşk ve Ölüm'ü yazdı. Geniş bir okur kitlesine ulaşan ilk kitabı 1931'de yayınlanan, Kutsal Sığınak oldu. 1949 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandığında Sartoris, Ses ve Öfke, Döşeğimde Ölürken, Abşalom, Abşalom! gibi önemli kitaplara imzasını atmıştı.

"Yazmanın ateşli ânı içinde fazladan birkaç sözcük kullanmış olabiliyorsunuz. Eğer üzerinde tekrardan çalışırsanız ve bu sözcükler size hâlâ doğru geliyorsa bırakın yerlerinde kalsınlar."

HOŞNUTSUZLUK DİLİYLE YOĞRULMUŞ İLK ROMANLARINI YAZDI

Döneminin öteki yazarlarıyla ortak özelliklere sahip olan William Faulkner için savaş olgunlaştırıcı bir deneyimdi. İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri'nde görev yaptı, bir uçak kazasında yaralandı, Fransa'dan dönüşünden sonra bir geçici işten öbürüne, sonra bir başkasına sürüklendi ve savaş sonrasının bildik, hayal kırıklığı ve hoşnutsuzluk diliyle yoğrulmuş ilk romanlarını yazdı. Bununla birlikte, Aşk ve Ölüm (Soldier's Pay) ve Sartoris adlı romanlarının, kayıp-neslin romanlarının birçok örneğinden ayırt edilmelerini sağlayan özellikleri, üsluplarının yoğunluğu ve mekân duygusuydu.

Faulkner'ın kaynakları son derece yöreseldi. Sürgün eserlerinin çok olduğu bir dönemde, o, tek bir Mississipi kasabasını kendi dünyasının ölçeği olarak alacaktı. Orada bulduklarını, kendi yoğun duyarlılığının kusursuz bir dışa vurumu olan zengin, opak bir tarzda, tutku ve öfkeyle yazdı. Sosyal çöküşe ve bozulmaya olan bakış açısıyla bir manzara çizmiş ve bu manzaranın içindeki insanları, natüralist gelenek içinde güneyli bir realistten başka bir şey olmadığını gösteren imgesel bir cesaretle resmetmiştir. Faulkner'ın ilk öykülerindeki şiddet ve terör temalarını eserlerinin bütünüyle özdeşleştiren eleştirmenler, onu geç kalmış bir Poe; sanatındaki en önemli sermayesi duygusuz ve kasıtlı bir şok estetiği olan bir sanatçı olarak yaftalamıştır.

"Ben ağlamıyordum, ama tutamıyordum kendimi de. Ben ağlamıyordum, ama yer durmuyordu ve ben ağlıyordum sonra." (Ses ve Öfke)

SAVAŞIN ŞİDDETİNİ YAKINDAN GÖRDÜ

Savaşın şiddetini yakından gören Faulkner, nesillerdir şiddetin gölgesinde olan kendi bölgesindeki yaşamda onun kopyasını bulur. Dehşet sahneleri ve kareleri, yazarın kitapları okunduktan çok uzun zaman sonra bile akıllardan çıkmaz. Bölgenin sosyal sınıflarının –Sartorisler ve Compsonlar gibi eski köklü ailelerin torunları; at ticareti ve ambarcılık sayesinde yollarını bularak yükselen ve yeni Güney'in bankerleri ve politikacıları haline gelen topraksız, açgözlü Snopesler; dağ köylü fakir beyaz marabalar ve çiftçiler; ve "iki yüz yıl boyunca kendilerini esaret altında tutan ve başka bir yüz yıl boyunca da, kanlı iç savaşın bile onun elinden kurtulup özgür kalmalarını sağlamadığı" bir ırkla gerginlik içinde yaşayan zenciler– arasında da üstü örtülü bir şiddet vardır. Çürümüşlüğün belirtileri, çevrede ve yaşam şartlarında olduğu kadar Faulkner'ın insanlarında da bulunduğu için, başka hiçbir yazar bize bu kadar çok örneği bir arada vermemiştir.

Arka plana dalışı ve İç Savaş'ın duygusal atmosferi Faulkner'ı Kon-federasyon'a ağıt yazanlardan birine döndürebilirdi; neyse ki döndürmedi. Onun görevi; nedeni oluşturan trajediyi ve gerçekleşen şeylerin akıldışı zalimliğine dair bir bilinci Güney mitinin bozulmuş çerçevesine geri yüklemekti. Sonuç olarak Faulkner, romantik-zihniyetin Güney bilincine sorgusuzca yaslanmaz.

"Ama bilemiyorum ne deliliktir, ne değildir; kim karar verebilir kesinlikle. Çünkü galiba her adamın içinde deliden de, akıllıdan da ötede bir başka adam var ve o adamın delice ve akıllıca işlerine aynı tiksinme ve aynı şaşkınlıkla bakıyor içerden."(Döşeğimde Ölürken)

MALZEMELERİNİ TARİH VE MİTLERİN PARALELİNDE SUNDU

Faulkner'ın konusu, çok açık bir şekilde; Güney'deki eski düzenin yıkılışı ve o düzenin soyunun acımasız ve rekabetçi bir sanayi toplumu tarafından daha da yozlaştırılmasıdır. Güneyli bir yazar olarak Faulkner, bölgesinin tarihsel çıkmazına kendini adar; gerçek bir yazar olarak, bölgesinin sosyal ve ahlaki olabilirliklerini keşfeder. Malzemelerini tarih ve mitlerin paralelinde sunmayı seçtiği için, eserlerini dikkatsizce okuyan eleştirmenleri yanıltır. Eserinin genel örüntüsünden doğan yazar, Gotik geleneğin mirasçısı olan başlangıçtaki Faulkner'dan çok farklıdır. Yazıları hem geçmişten kalmadır, hem de gelecekten haber verir; güneyli kültüre olan bağı ve o kültürün yok olma tehlikesiyle örülüdür.

Tarihsel arka plana bakılacak olursa, Faulkner'ın eserlerinin asıl gerilim noktasının kökeninin, tarihsel anlamda uzak ama coğrafi anlamda yakın olan bir savaşta olduğu görülür. Kitaplarında; Appomattox'un3 gölgesi, savaş yıllarının kahramanlıklarının ya da yenilginin ızdırabının hiç unutulmadığı bir bölge boyunca uzanır. İçinde bulunulan zamanda da devam eden ve etkisini sürdüren bu geçmiş duygusu, onun eserlerinin etkileyici bir özelliğidir. Bu duygu, başka birçok şeyin yanında; yaşamı, bir ölüme adanma eylemi olarak gören karakterlerinin duygularını açıklar. 1865'te sonlanan bir ulusun tabiatından olan bu insanlar, hayaletler gibi, kabul edemedikleri bir gerçek dünya ile hiçbir zaman geri dönemeyecekleri bir kayıp dünya arasında sıkışıp kalmıştır.

"Çünkü şimdiye kadar hiçbir savaş kazanılmamıştır. Dahası, savaşılmamıştır bile. Savaş alanında insanların delilikleri ve umutsuzlukları dışında bir şey yoktur; burada zafer felsefecilerin ve budalaların hayalidir."

Albay Falkner 1889 da Mississippi Eyalet Meclisine seçilmiş; seçildiği gün, şehrin meydanında iş ve siyaset rakiplerinden Thurmond diye bir adam tabancasını çekip vurmuş Albayı.) Faulkner':a "Kont Bozuntusu" diyorlardı, çünkü kılık kıyafet köpeklere ziyafet haliyle bile Faulkner'ın görünüşünde yine de gururlu, üstün, başkalarına neredeyse yukardan bakan bir taraf vardı. Kendini çılgınca arayan, istediğini yapmayı becerememiş olan delikanlıların çevrelerindeki, olgun insanları şaşkına uğratmaya çabalamasından pek farklı değildi belki de Faulkner'ın yaptığı: Gün oldu sakal bıraktı, sivri sakal; gün oldu baston taşıdı elinde, ya da Mississippi'nin eski kumarbazları gibi giyindi. Ama belki daha o zamanlarda bile kişiliğinin yaratıcı yönündeki üstünlüğü hissediyordu da çevresini küçümseyip kendisini dış görünüşüyle herkesten apayrı, bambaşka tutmak istiyordu. Kimbilir?

TOPLUMSAL DÜZENİN ÇÜRÜYÜŞÜ VE ÇÖKÜŞÜ

1929'da Faulkner'in ilk başyapıtı The Sound and The Fury (Ses Ve Öfke) yayınlanır. Yazım tekniği ve öğeleri açısından şaşırtıcı nitelikler taşıyan bir dizi romanın ilki olan Ses ve Öfke, soylu Compson ailesi aracılığıyla tüm bir toplumsal düzenin çürüyüşünü ve çöküşünü anlatır. Bilinçakışı tekniğiyle yazılan roman, her biri çarpık psikolojik özellikleri olan dört ayrı kahramanın bakış açısıyla kaleme alınır.

"Garip şey, derdin ne olursa olsun erkekler sana dişlerini muayene ettir der, kadınlar da evlen der. Hayatında hiçbir şeyi başaramamış bir adam kalkar sana işini nasıl yöneteceğini anlatır. Bir çift çorabı olmayan üniversite profesörlerinin on yılda nasıl milyoner olunacağını ve ömründe bir koca bulamamış bir kadının aileye nasıl bakılacağını anlatmasına benzer bu." (Ses ve Öfke)

Faulkner, iyi bir romancı olmak için uygulanabilecek formülleri şöyle anlatır:

"Yüzde doksan dokuz yetenek, yüzde doksan dokuz disiplin, yüzde doksan dokuz çalışmak. Romancı, yaptığı işten hiçbir zaman tatmin olmamalıdır. Çünkü bir yapıt asla olabileceği kadar iyi olmaz. Her zaman yapabileceğinizden daha iyisini hayal edin, hedefleriniz yüksek olsun. Ama çağdaşlarınızdan ya da seleflerinizden daha iyi olmak için zahmet etmeyin. Kendinizden iyi olmaya çalışın. Sanatçı, kötü ruhların yönlendirdiği bir yaratıktır. Neden onu seçtiklerini bilmez ve genellikle de bunu merak etmek için fazla meşguldür. Yapıtını ortaya çıkarabilmek için herkesi ya da her şeyi soyacak, onlardan ödünç alacak, dilenecek ya da çalacak kadar ahlaksızdır."


Faulkner ve eşi Estelle, kızı Jill ve Paul D. Summers'in düğün töreni, 21-Ağustos-1954

FAULKNER'IN DÜNYASINDA YOKSUL BEYAZLAR VE ZENCİLER

Faulkner'ın zencileri, bir sosyal düzensizlik ve ahlaki bozuluş sahnesindeki sabır ve sebatın simgesidir. The Unvanquished'te, Bayard Sartoris ile birlikte, ırksal ve sosyal eşitsizliklerin unutulduğu kayıtsız şartsız bir arkadaşlığın olabilirliğini kanıtlayan Ringo; Ses ve Öfke'de, Compsonların kendilerinin bile artık tanımadığı yükümlülükleri yıllarca sürdüren yaşlı aşçı Dilsey; ya da "Ayı"da, genç Ike McCaslin'e "acıma ve alçakgönüllülük ile tahammül ve sabır" kavramlarını öğreten, eski erdemlerin koruyucusu ve arazisinin kölelik sisteminin günahlarıyla lekelendiğini düşündüğü için kendisine miras kalan plantasyonu sonradan başkasına bırakan Sam Fathers gibidirler.

"Bir insan bana kalırsa her şeyden önce insandır, nerede ve ne olursa olsun."

Faulkner'ın zencilere karşı davranışları her zaman duygudaşlık düzeyinde oldu. Sürekli, kölelik sisteminin eski düzenin laneti olduğunu ve zencilerin, beyaz adamla birlikte, ırklar arasında eşitsiz ve çoğunlukla acımasız bir ilişki yaratan bir sistemin kurbanları olduğunu savunmuştur. Yazar, zencileri, beyaz Güney'in cezasını çekmek zorunda olduğu miras kalan suçun simgeleri, somut örnekleri olarak gördü. Ayı'da, "Kabul edelim ki laneti bölgeye benim insanlarım getirmişlerdir," der Ike McCaslin, "belki de bundan dolayı torunları tek başlarına, lanet kaldırılıncaya kadar –direnmeden, savaşmadan– belki de sadece dayanabilir ve daha uzun süre bunu yaşayabilirler. Sonra sizin insanlarınızın sırası gelecek, çünkü biz hakkımızı cezamızı ödeyerek kullanmış olacağız." McCaslin, birden fazla öyküde Faulkner'ın bir bölgenin sosyal ahlakı için konuşan sözcüsü olmuştur.

"...Ama bilemiyorum ne deliliktir ne değildir; kim karar verebilir kesinlikle. Çünkü galiba her adamın içinde deliden de, akıllıdan da öte bir başka adam var ve o adamın delice ve akıllıca işlerine aynı tiksinme ve şaşkınlıkla bakıyor içerden..."

SHAKESPEARE YAŞASAYDI BAŞKA KİMSEYE İHTİYAÇ DUYULMAZDI

Röportajları çok sevmeyen Faulkner, bunun nedeninin kişisel sorulara çok sert tepkiler vermesi olduğunu söyler. Bu konuyla ilgili The Paris Review'dan Jean Stein'a verdiği bir röportajında "Eğer sorular işle ilgiliyse, cevaplamaya çalışırım. Benimle ilgiliyse, cevap verebilirim ya da vermem. Ancak cevap versem bile, aynı soru ertesi gün sorulsa, cevabım farklı olabilir" der. Yazar kişiliği ile ilgili bir soru gelirse şöyle cevaplayacağını belirtir:

"Eğer ben var olmasaydım, beni bir başkası yazardı; ya da Hemingway'i veya Dostoyevski'yi… Shakespeare'in oyunlarının yazarlığı statüsüne üç farklı kişinin aday gösterilmesi, bunun kanıtı. Ancak esaslı önemli olan Hamlet ve Bir Yaz Gecesi Hikâyesi gibi yapıtlardır. Önemli olan onları kimin yazdığı değil, birinin yazmış olmasıdır. Burada yazarın bir önemi yok. Yalnızca yarattığı şey önemli çünkü aslında söylenecek yeni bir şey de yok. Shakespeare, Balzac, Homer hep aynı şeyler hakkında yazdılar ve eğer 1000 ya da 2000 yıl daha fazla yaşasalardı, yayımcılar onlardan başka kimseye ihtiyaç duymayacaklardı."

"Yazar eğer birinci sınıf değilse kendisini zamanım yok, ekonomik özgürlüğüm yok diye kandırıyordur. İyi sanat hırsızlar, içki kaçakçıları ya da at hırsızları arasından da çıkabilir."

Geceleri elektrik santralinde çalışarak 1930'da As I Lay Dying (Döşeğimde Ölürken) adlı eserini kırk yedi günde bitirir. Romanda yoksul bir ailenin bireylerinin, ölen annelerinin son isteğini yerine getirmek için onun tabutuyla birlikte giriştikleri uzun ve garip yolculuğu, değişik bakış açılarıyla ve bilinçakışı tekniğini kullanarak anlatır.

"Önümüzde yoğun, karanlık akıntı koşuyor. Sonsuzlaşan ve sayısızlaşan bir mırıltıyla bir şeyler anlatıyor bize; sarı yüzeyi, kocaman ve canlı bir şey tam altından bir kıpırtılık uyuşuk bir atiklikle davranıp sonra hafifçe uyuklamaya dalıyormuşçasına yüzey boyunca bir an için sessiz, süreksiz ve derin bir anlamlılıkla akarak solgunlaşan, anaforlar halinde gamzeleniyor."(Döşeğimde Ölürken)

EĞER YAZAR BİRİNCİ SINIF BİR YAZAR DEĞİLSE…

Faulkner'a göre, birinci sınıf bir yazarın yazarlığını hiçbir şey kötü etkileyemez ve eğer yazar birinci sınıf bir yazar değilse, kimse de ona yardım edemez. Yazar eğer birinci sınıf değilse zaten sorun da yoktur, çünkü yazar çoktan ruhunu bir yüzme havuzu için satmıştır.

Ona göre, yazar eğer birinci sınıf değilse kendisini zamanım yok, ekonomik özgürlüğüm yok diye kandırıyordur. İyi sanat hırsızlar, içki kaçakçıları ya da at hırsızları arasından da çıkabilir. İnsanlar katlanabilecekleri zorluk ve fakirliğin miktarını keşfedemeyecek kadar korkaktırlar gerçekte. Ne kadar dayanıklı olduklarını keşfetmekten korkarlar. Hiçbir şey iyi bir yazarı yok edemez.

1931'de Faulkner'ın para kazanmak için şişirdiğini ileri sürdüğü ve düşünebileceğim en korkunç öykü diye tanımladığı, ancak geniş bir okur kitlesine ulaşan Sanctuary (Kutsal Sığınak) yayınlandı. "Kutsal Sığınak'ı yayıncıya gönderdikten sonra bana, "Aman Tanrım, bunu basamayız. İkimizi de hapse atarlar," dedi. Kitaplarda ve diğer mecralarda içerik olarak şiddet henüz yer almaya başlamamıştı. Kitabın tamamını yeniden düzenledim ve hazırlanan yeni dizgilerin bedelini kendi cebimden karşıladım. Bu sebeplerden dolayı, o kitabı o zaman da sevmiyordum şimdi de sevmiyorum."


Kanada Kraliyet Hava Kuvvetleri eğitim notlarında, 1918'de öğrenci William Faulkner'ın teknik bir çizimi

EKONOMİK ÖZGÜRLÜĞE İHTİYACI YOK

Yazarın sadece kaleme ve kâğıda ihtiyacı olduğunu belirten Faulkner, bir hediyeyi ya da parayı kabul etmenin yazmaya olumlu bir etki ettiğini hiç görmedim. İyi yazar bir vakfa başvurmaz. Bir şeyler yazmakla meşguldür. Eğer birinci sınıf bir yazar değilse, zamanının ya da ekonomik özgürlüğünün olmadığını söyleyerek kendini kandırır. İyi sanat hırsızlar, içki kaçakçıları ya da at bakıcıları arasından çıkabilir. İnsanlar ne seviyede bir zorluğa ya da fakirliğe dayanabileceklerini öğrenmekten, ne kadar dirençli olduklarını görmekten korkuyorlar. İyi yazarı hiçbir şey yok edemez. İyi yazarı başkalaştıracak tek şey ölümdür. İyi yazarların başarılı ya da zengin olmaya kafa yoracak vakti yoktur, der.

"Vakti olmadığını söyleyen biri yalan söylüyor demektir. Bu konuda fikre güvenmek gerekir. Hiç beklemeyin. Aklınıza bir fikir geldiğinde hemen yazın. Daha fazla vaktinizin olacağı ânı bekleyip o ruhu yeniden yakalayıp, yazınızı bezemek için daha sonrasını beklemeyin. Hiçbir zaman o ruhu ilk izlenimin canlılığı içinde yeniden yaratamazsınız."

"YAZARIN TEK YÜKÜMLÜLÜĞÜ İŞİNİ EN İYİ ŞEKİLDE YAPMAK"

Yazarın tek yükümlülüğünün işini en iyi şekilde yapması olduğunun altını çizen Faulkner'a göre toplumu umursamak için işinizin olmaması gerekiyor. Ben toplumu umursamak için fazla meşgulüm diyen Faulkner, "Beni kimlerin okuduğunu düşünmeye zamanım yok. Sokaktaki adamın benim ya da başkasının yazdıkları hakkındaki fikirleri umurumda değil. Benim ki karşılanması gereken bir standart. Bu da yapıtın bana Ermiş Antonius ve Şeytan (La Tentation de Saint Antoine), ya da Eski Ahit'i okurken hissettiklerimi hissettirebilmesi. Beni iyi hissettiriyorlar. Bir kuşu izlemek de beni iyi hissettiriyor. Eğer yeniden dünyaya gelseydim bir şahin olarak gelmek istediğimi biliyorsunuz. Ondan kimse nefret etmez, onu kimse kıskanmaz ya da istemez ya da kimsenin ona ihtiyacı yoktur. Hiçbir zaman canı sıkkın ya da tehlikede değildir ve her şeyi yiyebilir, yorumunu yapar.


William Faulkner ve kardeşleri Murray, John, Dean

1936'da en önemli romanlarından biri olan Abşalom, Abşalom! yayımlanır. Kitabın adını Hz. Davud'un ölen oğluna seslenişinden esinlenerek koyar. Faulkner'ın yarı-kurgusal bölgesi Yoknapatawpha'da geçen roman, Thomas Sutpen'in ve sonunda kendi oğulları tarafından mahvedilen planının hikayesi üzerine kurulu. Kitab-ı Mukaddes'ten Güney'in efsanesine, oradan da modern dünyanın karmaşasına uzanan roman, farklı anlatıcılar aynı olayları üst üste anlattıkları için tekrarlar üzerine kuruluymuş sanısı yaratır; aslında okuyucudan doğrunun eksik anlatımlarından geçerek, doğruyu daha derin bir biçimde kavraması beklenmektedir. Abşalom, Abşalom karmaşık dil yapısıyla zor okuma uğraşlarını seven okura hitap eden bir romandır.

"Tıpkı damağın kabul ettiği, ama sindirimin başa çıkamadığı bir şeyi midenin reddetmesi gibi, başımıza gelen bazı olayları da zihin ve duyular reddeder, kanımızı donduran hadiselerdir bunlar, varla yok arası bir aracının, mesela bir camın ardından birbiri ardına gelen olayların adeta sessiz bir vakumda vuku buluşlarını, hafifleyip, yok oluşlarını seyrederiz; öylece kalakalırız, ta ki ölebilene kadar. Ben öyleydim." (Abşalom, Abşalom)

BIRAKIN YERLERİNDE KALSINLAR

Faulkner'ın çok beğendiği yapıtları arasında "Döşeğimde Ölürken" ile "Ses ve Öfke" var. Bu eserlerdeki sözcükleri nasıl seçtiğini ise şöyle dile getirir Faulkner: "Yazmanın ateşli ânı içinde fazladan birkaç sözcük kullanmış olabiliyorsunuz. Eğer üzerinde tekrardan çalışırsanız ve bu sözcükler size hâlâ doğru geliyorsa bırakın yerlerinde kalsınlar."

"Her şeyi okuyun, ucuz romanları, klasikleri, iyi ve kötü hepsini okuyun, nasıl yazıldıklarına bakın. Bir marangoz zanaatını gözlem yaparak öğrenir. Okuyun! Okuduklarınızı özümseyeceksinizdir."

Eğer yazacaksanız yeni şeyler yazın. Her zaman yazacak vakti bulursunuz diyen Faulkner'a göre vakti olmadığını söyleyen biri yalan söylüyor demektir. Bu konuda fikre güvenmek gerekir. Hiç beklemeyin. Aklınıza bir fikir geldiğinde hemen yazın. Daha fazla vaktinizin olacağı ânı bekleyip o ruhu yeniden yakalayıp, yazınızı bezemek için daha sonrasını beklemeyin. Hiçbir zaman o ruhu ilk izlenimin canlılığı içinde yeniden yaratamazsınız. Öyle ki Faulkner, Döşeğimde Ölürken'i altı haftada, Ses ve Öfke'yi ise üç yılda yazmış.

Faulkner, The Bear (Ayı) adını verdiği novellasını kendi başına bir uzun hikâye olmak üzere yazar ve 1942'de öyle de yayımlar. Ayı, beş bölümlük bir novelladır. Bu beş bölümün dördünde ormandayızdır, avdan önce, avdan sonra, av sırasında. Faulkner'ın bir hayli karmaşık roman dünyasının birçok temasını içeren, toparlayan ve birbirine bağlayan bir hikâyedir. Ayı birtakım insanlar hakkında olduğu kadar ya da belki ondan da fazla, bir toprak parçası üstüne bir romandır.

"Anlamıyor musun? diye haykırdı. Anlamıyor musun? Bütün bu toprak, bütün Güney lanetlenmiştir ve bu topraktan türeyen bütün bizler, bu toprağın emzirdikleri, akıyla karasıyla bu lanetin altındayız? Lanetlenmeyi benim insanlarım getirdi bu toprağa, kabul ediyorum: belki bu yüzden ancak onların torunları -ona karşı direnmek değil, savaşmak değil- belki sadece katlanırlar ve dayanırlar lanet kaldırılıncaya kadar. Sonra sizin insanlarınızın sırası gelecek, çünkü biz sıramızı savdık. Ama şimdi değil henüz değil. Anlamıyor musun?" (Ayı)

GERÇEKTEN ÖVGÜYE DEĞER YAPITLAR

Mississippi Üniversitesi'ndeyken William Faulkner, üniversite gazetesi Ole Miss ve onun mizah eki The Scream için çeşitli çizimler yapar. Bunlar, Caz Çağı'nı yansıtan art-deco tarzındaki çizimler olarak nitelendirir. 1925'te üniversitenin bir gülmece dergisinde, 1917 ve 1922 yılları arasında çıkan Mississippi Üniversitesi yıllıklarında yaptığı çalışmalar gerçekten övgüye değer yapıtlardır.

"Söyleyecek sözünüz olduğu sürece yazabilirsiniz. İnsanı yazacaksınız ve bunun için insanları tanımalısınız. Yazmanızı beslemek için de -bir marangozun zanaatını gözlem yaparak öğrenmesi gibi- klasikleri, ucuz romanları, iyi kötü elinize geçirdiğiniz her şeyi okuyun ve okuduklarınızın nasıl yazıldığına bakın. Yazar, hecelerini kâğıda geçirmeye başlamadan çok önce, gözlem yapmaya başladığında yazar olur." (William Faulkner'la Konuşmalar)

OKUMAK, OKUMAK VE OKUMAK

Yazmak için en iyi alıştırma hangisi diye sorulduğunda tek bir kelime ile cevap verir Faulkner: 'okumak, okumak, okumak.' Ve şöyle devam eder: "Her şeyi okuyun, ucuz romanları, klasikleri, iyi ve kötü hepsini okuyun, nasıl yazıldıklarına bakın. Bir marangoz zanaatını gözlem yaparak öğrenir. Okuyun! Okuduklarınızı özümseyeceksinizdir. Yazın. Eğer iyiyse yazdıklarınız bunu göreceksiniz. Eğer değilse pencereden dışarı atın. Söyleyecek bir şeyiniz varsa kendi tarzınızda söyleyin, zaten söyleyecekleriniz kendi anlatım üslûbunu seçecektir. Hoşunuza giden özellikler sizin tarzınızda kendini gösterir. Eleştiri yazılarını dikkate almayın. Bu para kazanmak için bir araç."

"KAPİTALİST DÜZEN İÇİNDE YAŞADIĞIM SÜRE BOYUNCA…"

Faulkner -ilerde kazanacağı yazarlık başarısını hiçbir şeyin gölgelememesini sağlamak için olsa gerek; posta memurluğunda başarısızlığın en güzel örneklerinden birini verdi: Öğrencilere gelen mektupları günlerce dağıtmıyordu, kucak dolusu mektubu damgalayıp göndermeye yanaşmıyordu, kaybettiği mektubun haddi hesabı yoktu, hoşuna gitmeyen dinsel yayınları çöp tenekesine atıyordu. Bir yanda posta birikmişken oturup fütursuzca kitap okuduğu (bazılarına göre, iş başında briç oynadığı) için işten çıkardılar Faulkner'ı. Ama, işten atıldığını öğrenince Faulkner kendisi bir istifa mektubu döşendi:

"Kapitalist düzen içinde yaşadığım süre boyunca paralı kimselerin isteklerinin yaşamamı etkilemesini kabul etmek zorundayım. Ama, Allah canımı alsın ki bir posta puluna iki paralık yatırım yapabilen her başıbozuğun ,ağız kokusunu dinlemem. İşte, efendim, buyrun istifamı."

O günlerde bir arkadaşına diyordu ki: "Açık havaya çıktığıma, hayatın renklerini seyrettiğime, pipomla yazı kağıtlarıma kavuştuğuma, hayal; kurup yazdığıma öyle seviniyorum ki. Bundan sonra hiçbir vakit saatin boyunduruğuna girmeğe, basmakalıp işlerin gündelik sıkıntısını çekmeğe niyetim yok."

1949'da edebiyat dalında Nobel Ödülü verilmiyordu, ancak komite bu ödülü 12 ay gecikmeyle Faulkner'e takdim eder. ABD Dışişleri Bakanlığı'nın görevlisi olarak 1954 – 1961 arasında çeşitli ülkelerde konferanslar verir, toplantılara katılır. William Faulkner, 1962'de Mississippi'de geçirdiği kalp krizi sonucu yaşama veda eder.

Faulkner öldüğünde yalnızca kuşağının en önemli ABD'li romancısı olmakla kalmadı, aynı zamanda 20. yüzyılın en büyük yazarlarından biri olarak da ünlendi. Olağanüstü kurgu ve üslup yeteneğiyle, karakter betimlemeleri ve toplumsal gözlemlerindeki çeşitlilik ve derinlikle, temel insani sorunları son derece yerel bir bağlamda ele alışındaki ısrar ve başarıyla eşsiz bir yazar olarak tanındı. Faulkner bugün de hem ABD'li, hem de yabancı yazarları derinden etkilemeyi sürdürüyor.

FAULKNER'IN MİT YAZARLIĞI

Faulkner'ın eserleriyle ilgili birçok görüş ortaya atıldı, ancak bunlardan en iyisi Malcolm Cowley'nin Portatif Faulkner adlı eserin giriş kısmında yazdığıdır. Cowley'nin belirttiği gibi; Faulkner, Güney'in muazzam bir mitini iki farklı biçimde özenle işler. İki farklı çalışma yapmıştır. Bunlardan "ilki, âdeta mitsel bir krallık olan ancak eksiksiz ve tüm ayrıntılarıyla 'yaşayan' bir Mississipi ili yaratması; ikincisi de, Güney'e dair bir kıssa ya da efsane biçiminde olan Yoknapatawpha İli tarihini yazmasıdır. Faulkner'ın mit yazarlığı "belli ki, ülkenin Ohio'nun güneyinde kalan kısmının tarihini yazmayı, Kızıl Damga'nın Massachussetts'in tarihini anlatmayı hedeflediğinden daha fazla hedeflememiştir." Ancak yine de önemli bir başat simgedir ki bununla güneydeki yaşama dair oluşturduğu resme manevi incelik ve çarpıcı etki verir.

En geniş anlamıyla, Cowley'nin yorumuna göre, Faulkner'ın miti aşağıdaki satırlarda belirtildiği gibidir:

"Güney'e ilk yerleşenler, Sartorisler ve Compson'lar gibi aristokrat aileler ve Thomas Sutpen gibi herhangi bir köklü ailevi altyapısı olmayan hırslı insanlardır. Arazilerini Kızılderililerden almış, çocuklarına kalıcı bir sosyal düzen kurabilmek için kararlılıkla evlerini inşa etmiş, tarlalarını ekmişlerdir. Ancak kölelik sistemini kabul ettikleri için, planlarında bir suç unsuru, yaşamlarında ve hatta arazinin kendisinde bir lanet vardır. Dıştan fetihler –İç Savaş– eski düzeni yıkmıştır. Hayatta kalanlar, geleneksel anlamda yeniden inşa etmeye çalışmış, ancak cesaretten ve babalarındaki doğruluktan yoksun oldukları için içten çürümüş ve bozguna uğramışlardır. Yeni bir istismarcı sınıf –İç Savaş günlerinin fırsat kollayan Snopesleri– ortaya çıkmış ve heybeliler7 ile birlikte, ekonomik güç ve laf cambazlığı sayesinde iktidarı ele geçirmişlerdir. Kendilerini Snopeslerin taktiklerini kullanmaktan alıkoyan ilkelere sahip olan ve nakit gelirden başka tüm ekonomik değerlerin anlamsız olduğunu düşünen Sartorislerin ve Compsonların torunlarıysa işlerini ya da nüfuzlarını kaybetmiştir. Bu nedenle, Sartoris'teki sinirli genç gazi gibi, çıkışı, hızlı yaşam ve şiddette bulurlar. Quentin Compson'un babası gibi, kendilerini alkol ve ironiye verir ya da annesi gibi sönük bir soyluluk taslarlar. Ya da Quentin'in kendisi gibi yaşamlarına kendi elleriyle son verirler. Tıpkı Jason Compson gibi, içlerinden pek azı ilkesiz Snopes dünyasını aynen alır ve kuzeyin finansal kapitalizminin yandaşı haline gelir. Faulkner'ın miti, bir geleneksel düzenin çözülüşünün ve yeni bir toplumun birikmiş düşmanlık, nefret, açgözlülük ve suç miraslarıyla büyüyüşünün öyküsüdür."

Derlenmiştir.
William Faulkner Hayatı, Sanatı, Eseri, Talat Sait Halman, Postkolonyalizm Denemeleri: Sivas, Ekim 2014, Faulkner'ın Ses ve Öfke'si ile Özdenören Hikâyelerinde Anlatım Tekniği Benzerlikleri, William Faulkner'la Bir Söyleşi, William Faulkner (center back) and his younger brothers, undated, William Faulkner'in "Ayı" adlı Öyküsüne Ekoeleştirel Yaklaşım, William Faulkner'la Konuşmalar, Yonca Yalçın Çakmaklı.

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN