İnsan kendi hakkında basiret sahibidir, ne kadar mazeret ileri sürse bile.
Kıyamet Suresi, 14-15
Ayet-i kerimeyi serbest çevirmek isteseydim 'Ne kadar mazeret söylese de insan kendini bilir' diye çevirebilirdim. Bu ayet-i kerime yapıp ettiklerimizle ilgili birini veya bizim dışımızdaki şartları 'itham etmek' ile ötekine 'minnet duymak' arasında tükenen hayatımıza rehberlik edebilecek en sahici bilgiyi verir. Hakkımızda her ne denirse densin herkes kedini pek iyi bilir, mazeretimiz ve gerekçemiz ne olursa olsun kendimiz hakkında gerçeği en çok biz biliriz, kimi suçlarsak suçlayalım masum olmadığımızı biz fark ederiz. Hayatımızın sorumlusu bir başkası olmayacak: ilahi irade bunu böyle iktiza etti. Ayet-i kerimede sözü edilen mazeretler 'savunma mekanizmaları' olarak düşünülebilir. Zihnimiz yaşadıklarımız ile umduklarımız arasındaki çelişkide insanın konforunu sağlamak, bunun için gerekli mazeretleri üretmek ve 'savunma' mekanizmaları oluşturmakla görevli addeder kendini. Bu itibarla her zihin, sahibinin varlığını korumak, onun kar-zararını tedbir etmekle yükümlü hareket eder. Akıllar arasındaki çelişki ve çatışma korumak istedikleri hayatlar ve kar-zarar telakkileri arasındaki çatışmalardan başka bir şey değildir. Halbuki savunma mekanizmaları ne kadar iyi 'kurgulanmış' olsa da en az sahibi ikna eder. Bu mekanizmalar kendimiz hakkındaki gerçekleri –bazen bizden bile- örtmek üzere üretilmiştir ve ne kadar akılcı gözükürse gözüksünler iptidai korkuları, umutları ve beklentileri saklarlar.
Peki kendimiz hakkında neyi biliriz? Mesela insan güçsüz ve çaresiz bir varlık olduğunu bilir. Bunu bilir bilmesine de esas çelişki ve 'mazeretler' ile saklanacak bilgi bu değildir: Zayıf varlığımızın dahilinde sınırsız duygular ve tükenmez hayaller taşıdığımızın bilgisini gizlemek isteriz. Olmak istediği ile olabileceği arasında daralan insan 'kifayetsiz bir muhteris' olarak görünmek istemez, sınırlı bedende sonsuz hayalle yaşamanın acılarını an be an tecrübe eder. Belki bir insan olarak yaşamanın en iyi anlatımı budur. Sufilerin 'kanat takılmış merkep' veya 'su birikintisine düşmüş yaprağın üzerindeki kaptan-ı derya' diye istihza ettikleri şey, insanlık çelişkisidir: sınırlı varlıkta sınırsız hayaller altında ezilmek. Ne kadar ispat-ı vücud ve izhar-ı kuvvet edersek edelim, zayıf ve çaresiz olduğumuz aklımızdan çıkmaz, gölgesinden kaçan biri gibi ondan uzaklaşmak istesek bile ummadığımız bir anda ve yerde bizi yakalar. Yapıp ettiklerimiz kendimiz hakkındaki o bilgiden kaçmak için 'mazeretler' olsa bile, vakıa muannittir: gerçek kendini dayatır. Hüdhüd disiplin ve titizliğin sembolü kartala çaresizliği anlatırken dikkatimizi buna çeker: Kartal serçe kadar çaresiz olabileceğini itiraf etiğinde hakikat yoluna girmiş sayılır. Güçlü görünenin çaresizliğini itirafı zayıf görünenin gücünü anlamasından kolaydır. Yunus 'bir sinek bir kartalı kaldırdı vurdu yere' dediğinde kartalın hemen kabul edebileceği fakat sineğin inanamayacağı bir çelişkiden söz etmişti. Burada ne sineğin gücü yüceltildi ne kartalın acizliği teşhir edildi: 'Yaratılmış olmak' noksanlık ve acizlikte eşit kalmak demektir. İnsanın gayreti yaratılıştan geleni örtebilir, görünüşünü değiştirebilir, erteleyebilir, lakin ortadan kaldıramaz.
İnsan tabiatı çaresizlik ve zayıflık üzere yaratıldığı için onu örtecek her şey -bir 'cila' gibi- derinde olanı aşikar kılar. Doğru bir bakış, insandaki çaresizliği ve zayıflığı ondan en çok kaçan güç sevdalılarında temaşa edebilir. İbnü'l-Arabi 'insanların kalpleri mühürlenmiştir' diyen çeşitli ayetleri yorumlarken 'kalpleri mühürlenmiştir, kibir ve büyüklük duygusu onlara giremez' demişti. Çünkü kalbimiz, yani derin aklımız zayıf ve çaresiz olduğumuzdan hiç tereddüt etmez. Duygularımız bize öteki insandan üstün olduğumuzu söylese bile, gerçekte buna inanmayız. Biz sadece hemcinslerimize karşı böbürleniriz, onlarla kıyaslayarak kendimize görece üstün ve güçlü deriz. Fakat gerçeğin ne olduğunu ve imkanlarımızın nerede tükendiğini pekala biliriz. Firavun insanlara 'Ben sizin rabbinizim' diye böbürlenmişti, fakat bu bir yanılsama idi: O sözü söylerken ne Firavun kendine inanmıştı ne ondan korkanlar inanmıştı.
İnsan yeryüzünde yalnız ve yegane varlıktır: Duha suresinden mülhem olarak insan 'yeryüzünün yetimidir.' Filozoflar 'insan doğası gereği medenidir' dediklerinde insanın yalnızlığını ve çaresizliğini dile getirmiş oldular. İnsan tabiatı gereği acizdir ve kendi kendine yeterli olmayan varlıktır. Temeddün insanın acizliği ve çaresizliği sebebiyle yaşamak üzere öteki insanlarla dayanışma ihtiyacından kaynaklanır. Fakat ne derece ortak yaşasa da hakikat kendini dayatır: her insan yalnız doğar, yalnız yaşar ve yalnız ölür. Hz. Peygamber'in Hz. Ebu Zer el-Gifari için söylediği 'Ebu Zer yalnız yaşar, yalnız ölür ve yalnız haşredilir' hangi insan için geçerli değil ki?
Buna mukabil insan kendini Arş'a (taht) layık görür, bu da kendimizden aşina olduğumuz gizli sırrımızdır. Her insan kendini tahta layık görür, tatmin bulabileceği nihai makam orasıdır. Her birimiz tahta layık olduğunu düşündüğü için başka birisinin bize kural koyması çok ağır gelir. Kurallara direnmemiz taht arzumuzdandır. Cennette Adem'in ağaca yaklaşması başka bir şey için değil, sadece bundandı. Kurallar başka biri için konulabilir, ama bana değil! Adem 'ağaca yaklaşma' emrine baş kaldırmakla insan oldu; zaafını itiraf etmekle de kul olarak Allah'a döndü. Her birimiz günde onlarca kez ağaca yaklaşır, kuralları ihlal eder, bir kısmımız ise bunu itiraf ederiz.
İnsanın kendisi hakkındaki çelişkileri bilmesi akıllı olduğunu göstermez; akıllı olmak bizde olanı bir ayrıcalık saymak yerine müşterek bir insanlık durumu kabul etmektir. Kim olursa olsun ve hangi durumda bulunursa bulunsun her insan zayıf varlığı içinde kendini tahtın varisi sayar, üzerine kural konmasını kaldıramaz.
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.