Küfür ve İman Nedir?

Yayınlanma Tarihi: Şubat 21, 2025 09:28
Küfür ve İman Nedir?

Küfür ile iman dahi hicab imiş bu yolda
Safalaştık küfürle imanı yağmaya verdik

Yunus Emre

"Allah o kâfirlerin kalplerini mühürlemiştir." (Bakara, 7)

Ehl-i Sünnet'in insan için necat ve kurtuluş anlayışı ilâhî inayete dayalıdır. Başka bir ifadeyle insanın aklıyla ve kabiliyetiyle bulamayacağı kurtuluş ilâhî inayet ile gelir, ancak bu inayetle insan için kurtuluş temenni edilebilir. Modern araştırmalarda Ehl-i Sünnet'in Matüridi kanadının kurtuluş anlayışı Mutezile'ye yakınlaştırılır ve kurtuluşun akılla mümkün olabileceği hakkında birtakım iddialarda bulundukları söylenir. Bunlar gerçekte yanlış değerlendirmelerdir. Bu bahiste Ehl-i Sünnet arasında herhangi bir tereddüt olmadığı gibi nübüvvet de aklın yetersizliği üzerinden açıklanır. İnsan inayetten yoksun olduğunda kurtuluşu bulamayacağı gibi Allah'ın inayet etmeye mecbur olmadığını dikkate alırsak, şükrün nedeni de ilâhî inayet olacaktır. İnayetin Allah hakkında zorunluluk olmayışı bir yana ilâhî kelamda kalbin mühürlenmesi, imana kapatılması, kilitlenmesi gibi ifadeler de kullanılır. Mesela "Allah onların kalplerini mühürledi", "kalplerinde kilit var", "Allah onları saptırdı."

Böyle âyet-i kerîmeleri Mutezili teoriyle bağdaştırmak bir yana, Ehl-i Sünnet için bile yükümlülüğü izah edebilecek bir yoruma ulaşmak zor görünüyor. Bununla birlikte Ehl-i Sünnet âyet-i kerîmeleri ilâhî kudret ve iradeye havale ederek çözümsüz bırakmaya eğilimlidir. Metafizikçi düşünürler ise böyle âyet-i kerîmelere başka bir anlam vererek dinî düşünceyi daha farklı bir merhalede yeniden inşa ederler. Metafizikçilerin yaklaşımını iyi anlayabilmek için konuyu iki şekilde düşünmek gerekir: Birincisi insanın Tanrı ile doğrudan ilişkisi, ikincisi ise Peygamber üzerinden ortaya çıkan Tanrı-insan ilişkisidir. Vakıa 'din' denilen şey, daha doğrusu dinde sözü edilen iman ve küfür, Peygamber'in insanlara davetini ulaştırmasıyla tecelli eden yeni durumla ilgili olmalıdır. Başka bir anlatımla iman ve küfür Peygamber'in tebliğine insanın verdiği cevapla ortaya çıkan iki duruma işaret ederken bu cevabı belirleyen ise daha önce sahip olduğu Tanrı hakkındaki bilgidir. Bu durumda dinin veya nübüvvetin öncesinde ne vardı ve Tanrı ile insan ilişkisi nübüvvet öncesinde nasıldı sorusu metafizikçilerin daha kapsamlı teorileri ekseninde cevaplandırılabilecek bir sorudur.

Metafizikçiler insanın Tanrı ile ilişkisini bir tür apriori bilgi şeklinde tasavvur eder, insanın doğuştan bilgiyle geldiğini söyleyerek Tanrı'nın bilinmesini istidlal veya herhangi bir akli araştırmaya dayandırmayı reddederler. Her insan gerçekte Tanrı'ya inançla doğar ve içinde uluhiyetin temel nitelikleri tecelli etmiş bir halde yaşar, bu nitelikler hakkındaki sezgisiyle ise arayışa girer. Dini, insan bakımından ortaya çıkartan şey insandaki bu yaratılış ve eğilimdir. Bu bakımdan her insan doğuştan gelen birtakım özelliklerle dindar doğmuştur veya dindarlığa eğilimlidir. İnsan düşünen canlıdır tanımı burada her insan doğuştan dine eğilimlidir şeklinde yeni bir anlam kazanır. Metafizikçilerin bu yaklaşımı modern dünyada birçok Müslüman aydın tarafından dile getirilmiş, özellikle insanların Tanrı'nın dışındaki nesnelere perestij etmesi 'dini yönelimin gerekçeleri' bağlamında bu şekilde ele alınmıştır: Her insan Tanrı hakkında bilgiyle doğuyor ve uluhiyetin niteliklerinin bilgisini fark ediyorsa insanın Tanrı'ya yönelmesi insiyaki bir şekilde gerçekleşiyor demektir. İnsanın Tanrı ile ilişkisini önce bu seviyede ele almak gerekir.

İnsanın Tanrı ile ilişkisinin bu şekilde kendiliğinden başlıyor olması sahih din tarafından bâtıl sayılan yaklaşımların izahını yapabilir. Her insan doğuştan getirdiği bu inanç veya bilgiyle -veya kabiliyetiyle- hareket eder, o kabiliyet ile bağlanabileceği ve sevebileceği birini arar. Tanrı'yı bulmuşsa O'na, yoksa O'nun yerine koyabileceği kimselere itimat ve itikat eder. Binaenaleyh Tanrı Peygamber'den önce insana ulaşır ve Peygamber insanların aşina oldukları Tanrı'dan söz eder. Bilinen ve aşina olunan Tanrı Peygamber tarafından yeni bir şekilde söylendiğinde ise insanlar Peygamber'in sözünü ettiği Tanrı'yı duyarak daha önceki bilgileriyle bu bilgi arasında bir tereddüt ve bocalamaya düşer. Ehl-i Sünnet'in büyük açmazını teşkil eden nübüvvet ve Tanrı inancı arasındaki öncelik-sonralık ilişkisinin yegane çözüm tarzı bu olabilir.

İnsanlar Peygamber'in diliyle daha önce aşina oldukları Tanrı'ya davet edilir, bu davete verdikleri cevaba göre Müslüman veya kâfir olurlar. Üstelik bu davet onlara göre bilinen (el-Marûf) Tanrı'nın görece yabancı bir dille söylenmesinden ibarettir. İnsanlar davete yabancı iken Tanrı'ya aşinadır. Aşina oldukları Tanrı'yı başka bir hal ve nitelikle duyduklarında içlerinde tereddüt ortaya çıkar, yeni inancı reddederken eski inançlarını savunmaya başlarlar. Böyle bir durumda insan, Peygamber karşısında mutlak anlamda kâfir olarak değil, kalbinde sabit ve yerleşik Tanrı inancını koruyan "Peygamber'in söylediğinin kâfiri" olarak tavır alır. Doğuştan itibaren aşina olunan ilah yabancı bir dille (burada yabancı, münker yani yadırganan anlamındadır) yad edildiğinde insanların tepkisi içe kapanma, inancı korumak, imanı gizlemektir. Üstelik buradaki sınav sadece 'münker/yabancı' dil değil, aynı zamanda daveti getirenin kendileri gibi insan olmasıdır. Peygamber'in Tanrı'ya insanları daveti iki nedenle meşakkatli bir sınava dönüşür: Birincisi zaten aşina olunan Tanrı'ya davetin getirdiği yabancılaşma insanları Peygamber'i inkâra götürür. İnsanlar Tanrı'yı doğuştan gelen bir bilgiyle kabul ediyor, Peygamber ise yeni Tanrı anlayışına davet ediyordu [Mesela "Rahman da nedir, senin bize emrettiğine secde eder miyiz hiç?" Furkan, 60) âyet-i kerîmesi bu anlamda yorumlanabilir]. Bu 'yeni' ne olabilir ve inançta yenilenmiş olan ne olacaktır? Meselenin bu kısmı oldukça derin analizleri gerektirir. Fakat Kâfirûn suresinde "Ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmiyorum" (Kâfirûn, 2) anlamında Hz. Peygamber'e söylemesi emredilen husus bununla ilgili kabul edilebilir: Peygamber'in diliyle anlatılan Tanrı sanki öteki Tanrı ile aynı anlama gelmeyen bir hakikat idi. İkincisi ise bilinen hakikat dışarıdan başka bir dille söylendiğinde söyleyene yönelik hemcins rekabeti yeni Tanrı'yı kabulü zorlaştırır. Bu durumda insanlar kalplerindeki imanı saklayarak ve örterek dilleriyle inkâr ve küfür yolunu seçerler. Bu durumda ortaya çıkan küfür, gerçekte örtük ve saklı iman hali demektir. O zaman âyet-i kerîme şu şekilde yorumlanabilir: Doğuştan gelen bilgiyle Tanrı'ya iman eden insanlar Peygamber'in tebliğini kabul etmeyecek, tebliğ ve davete karşı kalplerindeki inançlarını savunacak; kalpleri Allah'a karşı değil, Peygamber'in davetine karşı mühürlenmiş olacak, kalplerinde kilitler bulunacak, inançlarını tavizsiz bir şekilde savunacaklardır. Bu durumda dinin davetiyle ortaya çıkan iman ve küfür, inançsız insanlar ile inançlılara atıf yapmaz; bu tabirler, Tanrı'yı doğuştan gelen bilgiyle kabul etmiş, O'na katı bir şekilde bağlanmış müfrit zümreler ile Peygamber'in dili üzerinden Tanrı'yı kabul edenlere atıf yapan iki tabirdir.

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
>