Metafizik Bilgi ve Âyet: Kendinde Şeyin Hakikati veya İlişkiler İçerisinde Nesneleri Tanıma İradesi

Yayınlanma Tarihi: 05.09.2025 09:44
Metafizik Bilgi ve Âyet: Kendinde Şeyin Hakikati veya İlişkiler İçerisinde Nesneleri Tanıma İradesi

"Yazık olsun, bütün iftiracı günahkârlara." (Câsiye, 7).

Câsiye sûresi "Hâ-Mim" diye hurûf-ı mukattaa ile başlar. Harflerin anlamını bilemesek bile gönlü çelen bir anlamla Allah'ın esması veya hem Allah'ın hem de Peygamber'in ismiyle ilişkili okunmaları mümkündür. 'Hâ' -söz gelişi- el-Hamîd (öven-övülen, var olan, varlığı kendine bağlı olan) ismine işaret ederken; 'Mim' ise el-Hamid'in mazharı demek olan Hz. Muhammed'e işaret olarak yorumlanabilir. Harfleri bu şekilde Allah ve Peygamber isimleriyle ilişkilendirdiğimizde, akabinde gelen âyet-i kerîmeleri aynı istikamette Allah ve Peygamber-insan; geniş anlamda ise Allah-âlem ilişkisine odaklanarak okumak mümkün olabilir. O zaman harfler, kendilerinden sonra gelen âyet-i kerîmelere bir odaklanma imkanı verir ve bize esas bakmamız gereken noktayı hatırlatma hikmeti taşır.

Sûrede önce 'kitabın tenzil' edilmesinden söz eden ifade gelir. 'Tenzil' veya inzal zihinde yanılsama oluşturur, daha doğrusu dikkatimizi İslam öncesi dinlerde bulunan 'göklerin ardındaki' Tanrı'ya çekerek yukarıdan aşağı doğru akış inancını pekiştirir. Vakıa, meleklerle ilgili inançlarımız bu algıyı güçlendirse bile Allah mekandan ve yerden münezzehtir. Hâl böyle olunca meleklerin getirmesi bakımından vahiy 'inzal' veya tenzil edilirken Allah için tenzile başka anlamlar aramak İslam'da vahyi anlamak bakımından yerinde olabilir: talim etmek, bildirmek, göstermek vb. O zaman kitabın Peygamber'e taliminden, ona hidayet etmekten, rehberlik göstermekten söz eden bir âyet-i kerîme ile sûre başlamıştır.

Ardından göklerde, yerde, insanın yaratılışında; hatta bütün canlılarda sadece mümin olanlarca fark edilebilecek âyetler bulunduğu söylenir. Kurân-ı Kerîm'de âyet ile iman arasında kurulan ilişki modern, hatta modern öncesi zihin bakımından yanıltıcıdır; daha doğrusu zihin ayeti öncelerken imanı âyetin hükmünün neticesi sayabilir. İlâhî kelamda genellikle âyetleri önceleyen iman, takva, tefekkür; bu sûre içinde ise 'îkan (kesin inanç)' ve akletmeden söz edilir. Bu kelimelerin üçüncüsü yani 'akledenler-düşünenler' anlamında alınsa belki farklı bir neticeye varılabilir, lâkin kelimeyi 'düşünenler' anlamında almak için bir neden görünmüyor. Her üçünde de kastedilen şey Allah'a iman etmiş, O'na bağlanmış ve O'nu tanımış olmaktır. O zaman 'âyet' kelimesinin sözlük anlamından hareket ettiğimiz sürece işin içinden çıkamayacağımız bir paradoks bizi kuşatacaktır: Âyet, işaret ise iman onu takip edecektir. Buna mukâbil âyet başka bir anlamda alındığında ise o zaman dünyanın ve nesnelerin-hadiselerin başka bir şekilde okunma ihtimali ortaya çıkacaktır. Öyle görünüyor ki Müslüman toplum 'âyet' kelimesini öteden beri sınırlı bir anlamda ele almaya karar vermiş; kelimeyi 'hâdis-muhdis (yaratılmış-yaratan)' ilişkisi veya neden-sonuç ilişkisi bağlamında düşünerek âyeti başa koymuş, imanı ise insanın ulaşabileceği gaye şeklinde görerek bir açmazı tahkim etmiştir. Bununla birlikte Ehl-i Sünnet'in iman teorisi bu yaklaşımla çelişen bir tutum benimsemiş, âyet-i kerîmeler de Sünnî düşünceyi haklı çıkartacak şekilde imanı başa alarak âyetleri tehir etmiştir. Mesela Kurân-ı Kerîm "takva sahipleri için rehberdir" denilir. Bir insanın takva sahibi olabilmesi onun Kurân'ı tanımasına, Kurân'ın ona rehberlik edebilmesi ise takva sahibi olmasına bağlıdır. Burada görünüşteki çelişki iman teorisi ve âyet kelimesinin yeni bir şekilde yorumlanmasıyla bir ölçüde aşılabilir.

Akabinde gelen âyet-i kerîme 'âyet' tabirini daha iyi anlamaya yardımcı olabilecek bir noktaya dikkatimizi çeker. Allah "bütün iftiracılara, günahkârlara yazık olsun" der. 'İftira' önceki âyet-i kerîmelerde dile getirilen evreni 'âyet' olarak yorumlamakla ilgili hükme aykırı hareket etmek olmalıdır. Başka bir anlatımla evreni 'âyet' olarak yorumlamak yerine, onu 'nesnel' olmak amacıyla veya başka bir nedenle başka bir şekilde ele alan herkes iftira edicidir. Çünkü böyle yapan, bir şeyi olduğu hâl üzere görmek yerine onu kendi eksikliğiyle isimlendirmeye gitmiş; gerçeği merak etmek yerine kendi görüşü ve hevasınca iftira etmiştir. Bu anlamıyla imandan yoksun ve evreni 'âyet' görmeyen her hüküm bir iftira olarak sahibine döner.

Metafizik, nesneleri ve hadiseleri olduğu hâl üzere görmek amacıyla hareket eden disiplinin ismidir. Daha doğrusu böyle bir bilginin amacı şeyleri olduğu hâl üzere bilmek, bunun için de insanın bilgisini etkileyen iç ve dış amillerin etkisinden uzaklaşmaktır. Fakat 'şeyin' kendindeki durumu nedir ve bunu bilmek ne anlama gelir? Öyle görünüyor ki âyet-i kerîme tam olarak buna dikkatimizi çekiyor ve burada 'âyet' kelimesinin anlamını daha derinden fark ediyoruz. İlâhî kelama göre bir şeyin kendindeki durumu (nefsü'l-emr) onun 'âyet', yani bir ilişki ve münasebet dahilinde var olmasıdır. Bu itibarla soyut ve izole olmuş bir hâlde şeylik yoktur, her şey ötekiyle bir münasebet içinde anlam kazanır; şeyin hakikati bu şekilde taayyün eder ve belirginlik kazanır. O zaman âyeti bu münasebetler içinde şeylerin hakikati veya kendindeki durumları olarak görmek bizi şeylerden uzaklaştırmak yerine onlara yaklaştırır.

Bir ilişki ve münasebet dahilinde bir şeyin bulunuşu ise onu çevresindeki varlıklar için âyet haline getirir, bu sayede onlar o şeyi 'âyet' olarak bilirken kendi ilişkilerini de keşfederler. Ennihayetinde âyetler tekil veya bütün olarak Tanrı ile ilişki içinde var olurlar. Âyet-i kerîme bunu, yani ilişkiler içinde var oluşu ancak 'iman eden' anlar demektedir. Çünkü iman eden, Tanrı ile o şeyin ilişkisine iman etmiş kişidir; bir şeyi ilişki içinde fark etmiş, zihnin ve duyunun bazen soyut ve izole halde ihsas ettiği şeyin gerçekte ilişkiler dahilinde olduğunu fark eden-ettirilen insandır. Sûrede iman, daha sonra îkan ve hatta akıl kelimesinin kullanılması özel bir ilişki ve bilgi türüne işaret ederken dikkatimizi bu bağlantıya çeker. O zaman nesnelerin kendilik hâllerindeki bulunuşları 'âyet' olmanın ta kendisidir. İbnü'l-Arabî bunu bir şeyin kendi kendine delil olması diye açıklar.

Düşünmenin amacı yerde veya gökte veya içimizde hadise ve nesneleri bu şekilde görmek, başıyla sonuyla hadiselerin mebde ve meadını ve her şeyin hakikatini bu ilişkiler içinde fark etmektir. İman, îkan ve akıl sahibi olmak bu iken bunun zıddı ise iftiracı olmaktır. Öyleyse 'iftira' dünyayı olduğu hâl üzere görmek veya nesneleri ilişkiler manzumesi içinde yorumlamak yerine, izole ve soyut bir halde düşünerek onlar ile Tanrı arasındaki ilişkiyi görememek demektir. Allah dünyayı ve dünya içindeki hadiseleri 'âyet' olarak görmeyenlere iftiracı diyor. Böylece insanın, insan ilişkilerinde ahlâki bir eylem olarak düşünmeye şartlandığı bir fiili en geniş tanımına taşıyarak 'evrene, hadiselere' iftira edenler diye bir zümreyi düşünmemizi istiyor.

Ama âyet ve iman meselesi çözülmüş değildir. Konuyu nasıl görmek gerektiğini fark edenlerden birisi İbnü'l-Arabî'dir. Ebu'l-Utahiyye'nin meşhur "Her şeyde bir âyet var, onun 'bir' olduğunu gösteren" mısraını yorumlarken 'her şeydeki âyeti' düşünmemizi salık verir. Her şeydeki âyet, o şeyin kendi hakikati ve birliğidir.

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
>