Tereddüt İmanın Bir Parçasıdır: Dindarlık ve Sükûnet

"İnsanlardan bir kısmı vardır ki Allah'a bir harf üzere (kıyıdan) ibadet eder, kendisine iyilik gelirse onunla itminan bulur." (Hac, 11).
Dindarlığın özünü teşkil eden Allah'a imana 'fenomenel' bir yolla bakıldığında mutlak bir kesinlik, dogmatik bir duruş, tereddütsüz bir bağlılık gibi kavramlarla özdeşleşen insan iradesini teslim alan bir hâl akla gelir. Dindar insan 'iman ettim' dediğinde sanki her şey bitmiş gibi gelir dışarıdan bakan insana: İman bütün tartışmaları sona erdirmiştir; tereddütler silinmiş, insan müşkil bir muammanın belirsizliklerinden arınarak imanın serinliğine ve teslimiyetin dinginliğine varmış olmalıdır. Dinî hayat ve inançlar hakkındaki bu tasavvur hiç kuşkusuz, dindar insanın hayatında ortaya çıkan gelgitleri, tereddütleri, iniş ve çıkışları anlaşılmaz kılar; dinî hayat huzur, sükûnet, asude hâl ile özdeşleştirilir. Halbuki insanın düşünce veya duygu dünyasında tereddüt ve kuşkudan arınmışlık diye bir hâlin yaşanması mümkün olamayacağı gibi dinî hayatı mutlak dinginlik olarak tasarlamak, zihnin korkulardan emin, endişelerini aşmış, gelgitlerden uzaklaşmış, sabit ve durağan bir hâl yaşayabileceğini düşünmek dinî hayat hakkındaki en yanlış değerlendirmelerden birisidir. Bu yanlış değerlendirmeler insanların dinî hayata yönelme gerekçelerinde de ortaya çıkar. İnsanlar dinî hayata ve bu hayatı temsil ettiği düşünülen sosyal gruplara hayatın bunaltmasından, kuşkulardan, anlamsızlıktan kaçmak üzere huzur, tatmin, sükûnet, dinginlik bulmak amacıyla yönelirler. Vakıa bu kavramlar arasında en dikkat çekici olanı 'huzur' kavramıdır. Dinî hayat hakkında bilgisel yüzeyselliğin en iyi göründüğü anlardan birisi günlük hayat içinde huzur algısıdır. Huzur, dinî ve metafiziksel bir kavramdır ve mümkün olabilecek en yüksek idrakle insanın Tanrı karşısında durmasını anlatır. Böyle bir huzur hâlinin insandaki görünümü ise ürperti, gerginlik, kaygı-daralma, endişe, bazen rahatlık ve naz olabilir fakat huzur 'an' içinde gerçekleşen başkalaşan bir hadisedir. İnsanların söylemlerinde ortaya çıkan sürekli bir huzur ve dinginlik hâli ne tecrübe edilmiştir ne de dinin insana böyle bir önerisi vardır. Çünkü insan olmak kaygılı olmak, düşünmek kaygıyla barışık olmak demektir.
İlâhî kelamda insanın Tanrı karsısındaki 'tereddütlü' duruşunu en iyi anlatan âyet-i kerîmelerden birisi, "İnsanlardan bazıları Allah'a tereddüt üzere ibadet eder" anlamındaki âyet-i kerîmedir: İnsanlar Allah'a tereddüt üzere ibadet eder, gelgitler yaşar, korkular endişeler ona eşlik eder ama hepsinden önemlisi dünyanın yoğun işleri arasında inancın kendisi unutulur. Kurân-ı Kerim'de bu anlamdaki âyet-i kerîmeler sıkça geçer. Lâkin bunları kınayıcı bir üslupla okumak yerine insanla ilgili genel bir tespit olarak okuma ve anlama daha uygun olabilir (zikredildiği bağlama değil, ilâhî kelamın bütünlüğünü dikkate alan anlama). Bu anlamdaki bir âyet-i kerîmede "İnsanlar gemide canlarından endişe ettiklerinde korkuyla dua ederler" (Ankebut, 65) denilir. Karaya çıktıklarında ise insan eski hâline döner. Peki insanın eski hâli nedir veya insan bütün hayatını 'gemi batacakmış gibi' gergin ve yoğun bir dindarlık hâliyle yaşayabilir mi?
İnsanın gemiye binmeden önceki hâli yaşamanın güçlükleriyle mücadele ettiği, bütün gücünü ve dikkatini işine gücüne verdiği hâldir. Bu hâl üzere insan sadece Tanrı'yı değil, bizzat kendisini nadiren hatırlar, olabildiğince kendisiyle ve hayatını idame ettireceği araçlarla ilgilidir. Turgut Uyar'ın "(Tanrım) Kızma insanlara işleri çok onların" derken kastettiği bu yoğunluktur. Peki insan sadece Tanrı'yı mı ihmal eder bu meşakkatli yaşam içinde? Hayır! İnsan gerçekte hiçbir şeyi hatırlamaz, yaşadığını dahi düşünmez, anlık koşuşturmalar içerisinde gider gelir, bu koşuşturma içinde insan bilinçten daha çok içgüdüsel hareketlere yaklaşır. İnsanların genel vaziyeti böyleyken Tanrı niçin böyle bir insanlık hâlini kınasın?
Tanrı ve Tanrı'ya dair konular ya yüksek ruhlu insanların işidir veya insanlarla eşitlendiğimiz özel hâllerde öteki insanların iştirak ettiği bir iş olabilir. Bu 'özel hâller' ise varoluşçu filozofların 'hayatın kriz durumları' dediği sıradışı durumlardır: Ölüm, yüksek duygular gibi. Yüksek ruhlu insanlar Aristoteles'in söylediği gibi ibadet hayatına kendilerini vermiş, dikkatlerini ibadete yönlendirmiş mabet insanlarıydı. Metafizik ve matematik hakkındaki büyük fikirlerin öncüleri onlardı. Dinlerde de insanların bir kısmı sürekli dinî konularla ilgilenmiş, onların işleri güçleri Tanrı olmuştu. Bu insanların sayısı her zaman az olmuştur. Konevî bu sayıyı "nadirin nadiri" veya "büyük bir post üzerindeki birkaç beyaz kıl" diye azaltır. Post bütün insanlık, birkaç beyaz kıl ise insanlar arasından Tanrı ile ilgilenen azınlıktır. İbn Sina bunu daha az sayarak "bir'i bir bilir" ilkesini takip ederek "Tanrı'nın katı herkesin ulaşabileceği bir yer olmaktan münezzehtir" demiş, ulaşanları 'bir, ardından başka bir' olarak zikretmişti. Öyleyse Tanrı hakkında insanların hem ilgisi azdır hem insanların görünen ilgileri başka amaçlar taşır. Bayezid-i Bestamî muhteşem bir münâcâtında şöyle der: "Dergâh-ı izzete vardım, kapısını boş buldum. Zahitler kendi işleriyle, âbitler cennet ile meşgul idi. Allah'ın peşinde giden yoktu." Benzer bir cümleyi "İsm-i a'zam ekmektir, her insan onun peşine koşuyor" diyen bir meczuptan duyabiliriz. Konevî'nin sözünü ettiği azınlığın ardından Tanrı ile ilişkilerinde daha şaibeli amaç taşıyan kalabalıklar gelir. Bu insanlar bazen yüksek ruh sahibi insanların hâllerini yaşarlar ve böylece istisnai durumlarda yoğun bir ilişki tecrübe ederler. Hadis-i şerifte 'bazen öyle bazen böyle' denilen durum bu insanların genel ahvalidir. Hz. Peygamber farklı hâller yaşadıkları için 'münafık mı olduk' diye endişe eden sahabeyi teskin etmek üzere bu tereddütlü hâli bir müminin normal hâli olarak ifade etmişti.
Günümüzde insanların inançla ilgili yaşadıkları ciddi sorunlardan birisi, inancın insanda tekevvünü diye isimlendirebileceğimiz 'inancın psikolojisi' hakkındaki meşakkatli süreçlerin kestirilemeyişidir. İnsan yaşarken Tanrı'yı 'hatırlamadan' yaşar ve gaflet insanın insanca yaşamasının gerektirdiği umumi hâlidir. Böyle gaflet İbn Sina'nın düşüncesine göre bozulmaması gereken insanî hâldir veya Gazali'nin dediği gibi rahmettir. İnsanlık böyle bir gaflette yaşarken Tanrı ve insan ilişkisinde Tanrı bakımından gaflet yoktur ve her şey yerli yerinde olmaya devam eder. Tanrı her daim şe'nlerinde tecelli eder, her daim yenilenen tecelliyle insanla ve âlemle ilişkidedir. Gaflet Tanrı'nın tecellisine mazhar olmayı değil, onu ayırt etmeyi ve isimlendirmeyi zorlaştırır. O zaman metafizik düşüncede dikkatimizi vermemiz gereken kelime 'şe'n' ve tecelli olmalıdır. Gerçekte şe'n, yaratılmış demektir ve insan bu silsilenin başını teşkil eder. Yaratılmışlar mazhar ve mekan olarak Tanrı'nın görünmesine vesile olur, bir ayna gibi O'nu yansıtır, onların fiilleri özde bir olan ilahi tecellinin taşıyıcısı hâline gelerek Tanrı'nın tecellisini şekillendirirler. Dindarlıkta ortaya çıkan ibadetler, bu ibadetlerin dayanağı olan iman, Tanrı ile insan arasındaki bu ilişkiye inanmaktır. Buradaki mesele, olanı olduğu hâl üzere anlamak ve idrak etmektir: Cüneyd-i Bağdadi "Rabbim! Beni şe'nlerinden birisi eyle" derken gafleti aşarak hadiseye bu ilişki cihetinden bakabilen idraki kastetmiş olmalıdır.
İnsan ilâhî şe'nlerden başka ne olabilir ki?
Ekrem Demirli
Zeyl
Merhum Mehmet Zahid Kotku hazretlerinden aktarılan bir hikaye dinlemiştim. Efendi bir müridin evini teşrif ettiğinde, müridi oğlunu takdim etmiş, "Efendim! Bizim oğlan sınav dönemleri namaz kılıyor sonra unutuyor" demiş. Zahid Efendi'nin verdiği cevap ariflerin insana ve hadiselere nasıl bir gözle baktığını gösteren nefis örnektir: "Ne güzel işte! Başı sıkıştığında hangi kapıya gideceğini öğrenmiş."
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.