Ümmeti bir araya getiren şehit: Hasan el-Benna
Hasan el Benna, 22 yaşındayken 20. asrın en kapsamlı hareketi olan İhvan-ı Müslim'i kurdu. Sadece üç kahvehane ile başlayan mücadelesi, tüm dünyaya yayıldı. Devletin göz yumduğu bir suikasta kurban giden Benna, şehit edildi. Şehit edildiği gün Kahire'de camiler kapatıldı, insanlar tutuklandı. Şehit için Kur'an okumayı ve cenaze namazı kılmayı bile yasakladılar.
Benna Müslüman Kardeşler Cemiyetini kurduktan sonra özellikle 1930'ların sonlarında Mısır'da etkin bir siyasi güç haline gelen Hasan el Benna ve Müslüman Kardeşler, dönemin otoritesi ve işgalciler tarafından bir tehlike olarak karşılandı. İngilizlerin de teşvik ve zorlamaları ile hükümet Müslüman Kardeşlerin etkinliğini azaltmak ve toplumdaki yükselişini önlemek buna karşı bir dizi zorlayıcı tedbirler uyguladı.
İhvan, 1941 yılında Kahire'deki İngiliz elçiliğini ve Kanal yönetiminin işgal kuvvetlerini eleştirirken, ilk kez fiili çilesini yaşar ve bu dönemde bir kaç dergileri kapatılır. Ve mürşit tutuklanarak zindana atılır. 1944'de Ahmed Mahur hükümeti ile İngilizler birleşerek parlamento seçimlerinde Kasan el Benna'ya karşı savaşa girerler. El Benna'nın 1942'de milletvekilliği adaylığı İngilizlerin baskısıyla engellenir. 1944-1945 seçimlerinde ise bağımsız aday olarak katılan El-Benna milletvekili seçilir ancak İngilizlerin Mısır Hükümeti seçimleri iptal eder. El-Benna ile birlikte 60'a yakın İhvan adaylıktan düşürülür.
II. Dünya Savaşı sırasında İngilizler tarafından birçok kez tutuklanan Hasan el-Benna ve arkadaşları, Mısır'daki sömürge yönetimine son vermek için İngiltere'ye savaş ilan edince yaşanan gelişmeler neticesinde İhvan-ı Müslimin Teşkilatı hükümet tarafından kapatıldı. Mısır'da Müslüman Kardeşler Cemiyeti'nin (İhvan) kurucusu Hasan el-Benna'nın, 1948 yılında cemiyetin kapatılmasından bir gün önce yazdığı mektubu:
"Değerli kardeşlerim, dünya bugün Rusya'nın komünizmi ile Amerika'nın demokrasisi arasında bocalamakta, istikrar ve barışın tesisi için hangi yolu tutacağı konusunda şaşkınlık yaşamaktadır" diye başlayan mektup, şöyle devam ediyor:
"Siz ellerinizde semanın vahyinin ilaç şişesini tutuyorsunuz. Bu hakikati apaçık ve güçlü bir şekilde haykırmak, insanlığı İslam'ın yoluna çağırmak, boynumuzun borcudur. Devletimizin ve iktidarımızın olmaması bizim gücümüzden hiçbir şey kaybettirmez, zira çağrılar, gücünü kendinden alır, sonra o çağrıya inananların kalplerinden, sonra dünyanın ona ihtiyacından alır. Daha sonra Allah ne zaman diler ve takdir ederse o çağrıya destek vererek, onu hayata geçirir. Ülkeleri okyanustan okyanusa uzanan 400 milyon Müslüman, bir gaflet anından istifadeyle topraklarını işgal eden sömürgeciliğe asla boyun eğmeyecektir. Yeryüzünde 'La ilahe illallah, Muhammedu'r-Resulullah' diyen bir Müslümanın yaşadığı her karış toprağı, İslam vatanı sayarız ve sömürgecilikten kurtularak, hürriyetine kavuşması için çaba harcarız. Bu vatan doğuda Endonezya'dan batıda Kazablanka'ya kadar uzanır. Bu münasebetle size özellikle temizliği şiar edinmeyi tavsiye ediyorum. Özde, sözde, gönülde, düşüncede, eylemde, söylemde, yemede-içmede, temizlik şiarımız olsun. Resulullah -Aleyhissalatu vesselam- ümmetine temizlik ve zarafet noktasında insanlar arasında hemen göze çarpan bir benek gibi olmayı tavsiye etmiştir. Fıkıh kitaplarımız, taharet bahsiyle başlar. Yine sahih bir Hadis-i Şerif'te 'cennetin anahtarı namaz, namazın anahtarı taharet'tir buyrulmuştur. 'Allah tövbe edenleri sever ve temizlenenleri sever' buyuran Allah, doğru söylemiştir. Allah'ın selamı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun."
"Zindan kapıları sizi içeri almak için açılıp, idam sehpaları sizin için kurulduğunda biliniz ki; davanız meyve vermeye başlamıştır artık."
O dönemlerde Hasan el Benna'nın çalışmalarından yana hoşnutsuzluk yaşayan Kral Faruk, İngilizlerle beraber ihvanın sonunu getirmeye çalışıyordu. Müslüman Kardeşlerin Filistin'e gönderdiği topluluğun ardından Müslüman Kardeşler'i tutuklatıp hapishanelere doldurdu.
Kral Faruk, 12 Şubat 1949 tarihinde krallık sarayının istihbarat müdürü Mahmud Abdülmecid'e bir haber gönderdi. Kral Faruk'un amacı Hasan el Benna'yı öldürtüp çalışmalarına nokta koymaktı ve amacına da ulaştı. Bu doğrultuda Hasan el Benna gittiği dernekte gerekli denetim ve çalışmaları yaptıktan sonra saat sekiz gibi sırada ona suikast yapılarak kurşunlandı.
Hasan el Benna, kurşunlandıktan hemen sonra hastaneye kaldırıldı ama doktorlar kendilerine gelen emirler doğrultusunda kan kaybına müdahale etmedi. İhvan'ın kurucu mürşidi, hastanede kan kaybından hayatını kaybetti. Hasan el Benna'nın ölmesini başta Kral Faruk olmak üzere İngilizler ve Yahudiler çok istiyorlardı.
Tank koruması eşliğinde cenazesi götürülmüş, yine aynı şekilde polis koruması ile mezara defnedildi ve daha sonra da mezarı kaybedildi. Hasan el-Benna'nın cenazesinin nasıl taşınıp kaldırıldığını el-Kitle Gazetesi şöyle anlatır: "Taziye için baba evine gelenler tutuklandılar. Şehit için Kur'an okumak ve cenaze namazı kılmak yasaklandı. Şehidin na'şı, önünde ve arkasında birçok silahlı polisi taşıyan arabalarla çevrili bir araba ile evine götürüldü. Evin etrafı sarıldı, insanlar istese bile gelmelerine imkân bırakılmadı. Şehidin babası büyük âlim ve salih insan Ahmet el-Bennâ'ya polis, vefatı anında bildirdiği için altmış yaşını aşmış bulunan babanın adeta beli büküldü, sabaha kadar "Yarabbi, adaletine sığınıyorum, oğlumu şehit ettiler." diye inleyerek namaz vaktini bekledi. Evde yalnızdı. Diğer aile efradı tutuklanmışlardı.
Babaya ölüm haberi verildiğinde saat birdi. Eğer yalnız başına namazını kılar ve saat dokuzda defnederse eve getireceklerini aksi halde kendilerinin götürüp gömeceklerini söylediler. O da son bir defa oğlunun yüzüne bakabilmek için buna razı oldu. Bundan sonrasını baba Ahmet şöyle anlatıyor: "Cenazeyi sabah namazına yakın bir zamanda kimseye göstermeden getirdiler. Defin için yapılan çalışmaları gören kimselere bile yardım izni vermediler. Çocuğumu kendim defne hazırladım. Tabuta yerleştirdim, ancak tek başıma taşıma imkânım yoktu. Polisten yardım istedim kabul etmediler. Taşıyacak birkaç kişi istedim izin vermediler. 'Sen ve kadınlar taşısın' dediler. Sokaklar tenha idi, kadınların omuzlarında cenaze taşındı. Kaysûn camiine geldiğimizde kimseler yoktu. Caminin görevlileri bile oradan uzaklaştırılmıştı. Çocuğumun cenaze namazını kılmak üzere önüne durduğum zaman gözlerimden yaşlar boşandı, bunlar yaş değil, insanlara rahmeti ulaşsın diye Rabbime yönelmiş niyazımdı. Namazdan sonra onu İmam Şafi kabristanına taşıdık, defnettik ve ağlayarak evimize döndük."