Kırk yıllık hatrın asırlar aşan öyküsü: Türk kahvesi
Türkiye'de hiç yetişmeyen bir ürün olduğu halde pişirilme yöntemiyle dünyaca ünlü bir lezzet olan Türk kahvesi, kültürümüzün zengin bir birikimi olarak hayatımızda önemli bir yer tutuyor. Çekirdeklerine "siyah inci" denilen ve "bir fincanının kırk yıl hatra" sahip olduğu Türk kahvesi, geçmişte kırk farklı demleme yöntemiyle ikram ediliyordu. Bugünün Dünya Türk Kahvesi Günü olması vesilesiyle, Osmanlı'nın Arap Yarımadasından Avrupa'ya aktardığı "kahve kültürü"nün geçmişini sizler için derledik.
Türkler tarafından bulunan yepyeni demleme metodu sayesinde kahve, güğüm ve cezvelerde pişirilerek "Türk Kahvesi" adını aldı.
İlk olarak 1554 yılında Tahtakale'de açılan ve tüm şehre hızla yayılan kahvehaneler sayesinde halk kahveyle tanıştı.
Günün her saati kitap ve güzel yazıların okunduğu, satranç ve tavlanın oynandığı, şiir ve edebiyat sohbetlerinin yapıldığı kahvehaneler ve kahve kültürü dönemin sosyal hayatına damgasını vurdu.
İstanbul'un şehir hayatına kahvehanelerle damga vuran kahve, bir sokağa da kahve pişirilen yer anlamına gelen Tahmis kelimesiyle adını verdi. İstanbul'a yolu düşen tüccarlar ve seyyahlar gerekse Osmanlı elçileri sayesinde Türk kahvesinin ünü başka diyarlara ulaştı.
Osmanlı'nın Fransa'ya 1669'da elçi olarak atadığı Kolbaşı Müteferrika Süleyman Ağa'ydı.
Süleyman Ağa ile ilk kez bir Osmanlı erkeğini gören Avrupalılar, süper gücün temsilcisi olan bu kişiye daha yakın olabilmek, hatta ona benzemek için birbirleriyle adeta yarıştı.
Fransa Kralı XIV. Louis bile buna kendini kaptırmış olacak ki Süleyman Ağa'yı elmas süslü bir kıyafetle karşıladı, onuruna eşi benzeri görülmemiş bir davet verdi.
Kralın düşük rütbesini sonradan öğrendiği Osmanlı elçisini mutlu etmek için yaptıkları o kadar gülünçtü ki Moliere "Kibarlık Budalası" isimli eserini bu olayı anlatmak için yazdı. Sohbetiyle herkesi kendine bağlayan Hoşsohbet Nüktedan Süleyman Ağa sayesinde Fransızlar Türk kahvesiyle tanıştı.
Kahvehane kültürünün Batıya taşınmasıyla ilgili bir rivayette de Osmanlı'nın Avusturya ile olan sık münasebetleri sırasında (Muhtemelen Viyana kuşatması esnasında) tercümanlık göreviyle Osmanlı çadırında bulunan Leh Yahudisi Kolschitzky ile ilgiliydi.
Kolschitzky, kahve ile burada tanışmış, ardından Osmanlı'dan alınan ganimetler arasında herkesin deve yemi zannettiği kahve çuvallarını satın alarak bugün Viyana'nın yerel kahvesi olarak bilinen Melange kahvesini bulmuş ve şehirde ilk kahvehaneyi açmıştı.
Sanatçılarla dolup taşan kahvehaneler ve kahvenin ilham verdiği eserlerle kahve tam bir kültür halini aldı.
Bir kültürün yanında ayrıca ticari bir kaynak da olan kahveye İstanbul'da baba mesleğiyle 1871 yılında işin başına geçen Mehmet Efendi, çiğ kahveyi kavurup dibeklerde öğüterek müşterilerine hazır olarak satmaya başladı.
Böylece İstanbul Tahmis Sokakta taze kavrulmuş, kahvenin kokusu da çevreye yayıldı. Kahveyi öğüterek ilk kez hazır olarak kahve severlere sunan Mehmet Efendi, bu yenilik ve kolaylıkla kısa sürede tanınarak "Kurukahveci Mehmet Efendi" olarak anıldı.
İngilizlerdeki çay saati geleneği gibi, Türk kahvesinin içilmesi hususunda da bir zaman kavramı oluştu.
Türk kahvesi, genellikle sabah ve öğlen öğünleri arasında içilmeye başlandı. Türkçede günün ilk öğünü anlamına gelen "kahvaltı" sözcüğünün kahve içimi öncesi yenen yemek anlamında kullanılması da, kahvenin toplum yaşamındaki önemini gösterir niteliktedir.
Türk kahvesi, arkadaş sohbetlerine refakat eder, işlerin azaldığı saatlerde yorgunluğu alır, kız isteme meclislerinde vazgeçilmezdir; köpüksüz olması ise hoş karşılanmaz. En önemli ifadeyle; kırk yıllık hatrı olan Türk kahvesi birçok sebeple hayatımızın merkezine oturmuştur.