Hadis-i şerifleri onları aktaran sahabe isimler veya kitaplarda zikredildikleri bölüm başlıklarıyla birlikte okurken bir husus insana hayret verir: Günlük hayatın en sıradan meselesiyle ilgili bir hadis-i şerifi aktaran sahabe başka bir vesileyle metafizik düşünceye kaynaklık teşkil eden anlaşılması çetin bir hadis-i şerifi de aktarabilir. Bu durum zamanla çeşitli toplumsal ve kültürel saikler altında şekillenen eğitim siyasetindeki "kabiliyete göre eğitim" veya "kademeli eğitim" fikrine mukabil herkesin nasibini bulabildiği ve 'rızkını alarak' ayrıldığı bir terbiye yöntemini esas alan Hz. Peygamber'in meclisinin bereketi hatırlanmadan anlaşılmaz: gelen herkesin bir lokma bile olsa yiyebildiği sofraya benzetebiliriz o meclisi! Hayatın kendi önceliklerine ve ihtiyaç listesine göre tanzim ettiği ehem-mühim sıralaması Hz. Peygamber'in nazarında yeni bir sıralamayla anlamını kaybeder. En sıradan bir hadise ile en karmaşık bir mesele yeni bir bakış açısıyla aynı maksat için söylenmiş hadislerde bir araya gelir.
Bu minvalde akla gelen hadislerden birisi şudur: Hz. Peygamber 'Allah vardı ve O'nunla birlikte başka bir şey yoktu' buyurmuş! Hadisin ilk nesilce nasıl anlaşıldığını öğrenmek güçtür, fakat daha sonra muhakkik sufilerin varlık anlayışını şekillendirdiği de vakıadır: 'Allah vardı ve başka bir şey yoktu' hakikati olduğu hal üzere idrak etmek çabasındaki metafizik düşüncenin başlama noktası olmalıdır. Allah-alem meselesini izah ederken düşüncenin buradan başlaması bir zorunluluktur.
Metne kabaca bakınca hadis-i şerif bize kendini tam olarak açmaz: Allah'a iman eden herkes zaten Allah'ın varlık yönüyle alemden önce geldiğini ve alemin sebebi olduğunu bilir. Fakat bir sufi –bazı rivayetlerde Hz. Ali- hadisi dinlediğinde derin bir idrake şahitlik eden refleksle 'şimdi de öyledir!' deyince hadisin nasıl bir anlam derinliğini içerdiğini fark ederiz. Asıl ve hakiki varlık her zaman Allah'ındır ve alemin 'ödünç' ve 'arızî varlıkla' var olması bu hakikati ref etmiş değildir. Düşüncemizi hakiki varlık ve O'na yakınlık ile geçici bir alemde yaşama arasındaki çelişkiye dayandırmak, bize varlığı olduğu hal üzere anlama imkanı verir. İnsanı kendini bilmesi ve alemi anlaması, geçici ve gölge ile hakiki olanın irtibatını kurmaya bağlıdır.
İLAHİ EMİR İLE YARATILMAK VE LOGOS DOKTRİNİ
Müslümanlar alemin Allah'ın sözü ile, daha doğru bir anlatımla emriyle yaratıldığını kabul eder. zaman içinde birçok yaratılış teorisi gelişse bile, Allah herhangi bir icbar veya talep olmaksızın kendi iradesiyle alemi var etmek istemiş, ona 'ol' demiş, o da var olmuştur. Bu bakımdan en azından şekli olarak varlığı önceleyen bir söz fikri Müslümanlar arasında da vardır denilebilir. Henüz var olmamış bir şeye 'var ol' demek, büyük bir paradoksu barındırır; nitekim daha sonra bu durum ciddi tartışmalara da yol açacaktı. Fakat şimdilik bunun üzerinde durmaya gerek yok! Müslümanlarda alemi önceleyen ilahi emir-söz fikri bulunsa bile, buradan Hristiyan teolojisindeki gibi bir logos teorisi geliştirmemişlerdi. Bunun sebebi, İslam'ın tevhit ilkesinin öyle bir doktrine imkan vermemiş olmasıdır. İslam'ı bir din olarak ayrıştıran en önemli ilke tevhittir. Tevhidi ise iki açıdan ele almak mümkündür: Birincisi Allah'ın varlığıyla ilgili kısmıdır: Allah varlığında yegane olandır ve O'nun varlığı başkasından kazanılmamıştır. Tevhidin bu yönü üzerinde pek bir ihtilaf yoktur; öyle ki tevhidin bu kısmı üzerinde, -bazı paganları bir yana bırakırsak- dini veya felsefi cemaatler ile İslam arasında da ihtilaf yoktur. Tartışma daha çok Allah'ın varlık tarzında ortaya çıkar. Bu nedenle tevhidi anlayabilmek için meselenin bu kısmına, yani Allah'ın birliği karşısında alemin var olması meselesine odaklanmak gerekir. Bunu Allah ve alem irtibatında tevhit ilkesi olarak ifade edebiliriz. Allah'a 'bir' dedikten sonra acaba aleme nasıl var diyeceğiz ve O'nunla irtibatını nasıl açıklayacağız? Logos doktrini Allah-alem irtibatını açıklamak üzere ortaya çıkan karmaşık ve çelişkili bir doktrindi. Müslümanlar kategorik olarak böyle bir doktrini kabul etmedi. Çünkü Logos/söz –yani Hz. İsa- önce ilahi-kadim sıfat ile sonra Allah ile özdeşleştirilerek tevhit ilkesi ihlal edilmişti.
Müslüman alimler bu hususta iki tür yol takip ederek tevhit ilkesini müdafaa etmek istedi: Birincisi Mutezile'nin başını çektiği ilahi sıfatların kadim olabileceğini reddeden teoridir. Bu teori Allah ile birlikte kadim her şeyin tevhidi ihlal edeceğini öne sürerek ilahi sıfatların kıdemini reddetti. Kendi içinde haklı gerekçeleri olsa bile, Müslüman cemaat böyle bir tevhit müdafaasını doğru bulmadı. Çünkü böyle bir durumda Allah-alem irtibatını dinin öngördüğü veçhile açıklamak mümkün olmayacaktı. Buna mukabil Ehl-i sünnet bilginleri kadim ilahi sıfatları kabul ederek Allah ve alem irtibatını sıfatlar üzerinden tesis etti. Fakat bunu yaparken iki şeye özenle dikkate etti: Birincisi ilahi sıfatlara hiçbir zaman Allah'ın zatı demedi (Yuhanna İncili'ndeki ikinci cümle). Buna mukabil 'zatın ne aynı ne gayri' diye paradoksal bir üslupla tevhit ilkesini muhafaza etmek istedi. İkincisi ise bu sıfatları herhangi bir kişiyle özdeşleştirmek veya kendi başına bağımsız bir varlıkmış gibi yorumlanabilecek bir teşhis ve tayine gitmeyi tevhide aykırı saydı. (Yuhanna birinci söz). Bunun anlamı Hristiyan teolojisindeki Hz. İsa'nın konumunun reddedilmesi demekti. Bu sayede Müslümanlar hem ezeli sözü hem Allah ile özdeşleştirilen kadim sıfatı kabul etmeyerek logos teorisinin zeminini ortadan kaldırdılar. Bunun istisnası İbnü'l-Arabi'deki hakikat-i Muhammediye düşüncesi olabilir; fakat o da hiçbir şekilde Hristiyan anlamıyla logos doktrini sayılamaz.