Bir düşüncenin etkisini o düşünceden bağımsız bir şekilde ele almak gerekir. Düşüncenin değerini belirleyen temel kıstas onun doğruluğu olabilir; düşüncenin tesiri ise tamamen farklı nedenler dahilinde gelişir. Bu meyanda akla gelen nedenler arasında düşüncenin yaygın bir sorunla ilgili olması ile onu beyan edenin hayat hikayesi olabilir. Birincisi düşünceye geniş bir ilgili kesim kazandırırken öteki neden ise düşüncenin meşruiyet delili haline gelir. Düşünce yaygın sorunla ne kadar ilgiliyse tesir alanı o kadar genişler. Bu durumda düşüncenin dilinin de basit ve anlaşılır olması gerekir. İkinci neden ise düşünceye inandırıcılık kazandıran insanın biyografisidir. Aslında düşüncenin en güçlü "burhanı" onu dile getirenin hayatındaki karşılığıdır. Hayat ile düşünce ölçüştüğü ölçüde düşünce gerçeklik ve itibar kazanıyor. Bu konuda düşüncenin bağımsızlığıyla ilgili görüşler ileri sürülmüş olsa bile, düşünceyi sahibinden bağımsız ele almak güç; tutarlılık en çok aradığımız şeydir. Aradığımız tutarlılık düşüncenin iç tutarlılığından daha çok düşünce ile düşünürün hayatı arasındaki tutarlılıktır. Düşünceyi nesnel ele almaya niyetlendiğimizde bu kez onu başka bir hayat hikayesine –veya hikayelerine- bağlayarak burhanını ararız. Vakıa böyledir. Bu iki şart, yani düşüncenin hayatımızda geniş bir soruna temas etmesi ile arkasında bir hayat delili bulunması Rabiatü'l-Adeviyye'nin basit birkaç ifadeyle anlattığı düşüncelerinin niçin bu kadar müessir olduğunu açıklar. Erken dönem tasavvufun büyük isimlerinden Rabia kendisinden çok etkili olabilecek isimlere göre, seçtiği konular ile anlatım üslubu ve düşünceleri ile hayatı arasındaki tutarlılık ile daha etkili olabilmiş, İslam ahlak tarihinde müstesna bir yeri hak edebilmiştir. Ondan geriye tabakat kitaplarının aktardığı birkaç tane cümle ile hikayeler kaldı; lakin onun düşünceleri dindarlığın en temel sorununu teşkil eden ihlas ve tevhidin ana konusu ile ilgili olduğu için bütün müminleri ilgilendirdi. Bir dindarın hayatında ihlas ve tevhitten daha önemli bir mesele yoktur; Rabia bu ikisinin birbiriyle zorunlu ilişkisini bize gösterdi ve mutlak bir ihlas –beklentisizlik- olmadan tevhide eremeyeceğimizi anlattı. Bu beklentisizlik ise sadece dünya hayatını değil öteki hayatı da içermelidir diyerek Müslümanların büyük kısmının hesaba katmadığı bir şeyi bize öğretti. Çünkü yaygın dindarlık anlayışında Müslümanlar dünyevi bir şeyi talep etmemeyi ihlas için yeterli saymış, uhrevi beklentiyi ise ihlasta noksan görmemişlerdi. Rabia ise beklenti beklentidir ve tevhit ile çelişir diyerek dindarlık telakkimizi tamamen değiştirebilecek bakış açısını ortaya koydu. Bu düşüncenin ana fikri şuydu: Allah'a nimet ve azabını düşünmeden sırf Allah olması sebebiyle ibadet edebilmek! Bu basit anlatımlı düşüncenin delili ise kendi hayat hikayesiydi.
SEVGİ VE NEFRET BİRBİRİNİN ZIDDI OLABİLİR Mİ?
Ekseriyetini erkeklerin teşkil ettiği tabakat eserlerinde Rabia'ya özel bir yer verilir. Onun "dünyada ve ahirette beklentisizlik" şeklinde beyan ettiği ihlas üzerine kurulu tevhit ve ilahi sevgi hakkındaki görüşleri ondan sonra gelen düşünürleri derinden etkilemiştir. Yunus Emre'nin "uçmak (cennet) dahi tuzak imiş mümin canları tutmaya' derken veya 'cennet cennet dedikleri' diye başlayan şiirlerindeki temalar ilk Rabia'da görülmüştü. Allah ile O'nun nimetlerini ayrı ele alarak dikkati Allah'a teksif ilahi sevgi konusunu dini hayatın merkezine taşıdı.
Rabia'ya "Allah'ı sever misin?" diye sorulunca "Evet, O'nun sevgisi kalbimi doldurdu' diye cevap verir. Bu kez şeytan hakkında ne dersin veya düşünürsün diye sorulunca şu cevabı vermiştir: "Allah sevgisi kalbimi öyle doldurdu ki şeytana vakit kalmadı."
Allah'ı severken şeytandan nefrete vakit bulamamak! Bu cümlenin doğru anlaşılması varlık ve yokluk gibi temel konularda karşıtlık ve benzerlik ilişkisini değerlendirmede belirleyici rol oynar. Günlük tecrübemiz her şeyi karşıtlık bağlamında düşünebileceğimizi icbar eder bize: sevgi deyince nefreti, varlık deyince yokluğu, iyilik deyince kötülüğü düşünmek zorundayız. Peygamber hakkında konuşmaya başladığımızda zihnimizin bir kısmı Nemrut, Firavun veya Ebu Cehil gibi peygamber düşmanlarına gider. İçinde bulunduğumuz zamanlarda güncel bir örnek olarak Hz. Hüseyin sevgisinden söze başlayınca, zihnimize onu öldürenlere gider, onlardan nefret etmek Hüseyin'i sevmenin olmazsa olmaz şartı haline gelir. Günlük hayat tecrübesinin yönettiği sevgide böyle hareket edilir de sevginin mahiyetini en iyi bilebilecek Rabia bize başka bir bakış açısı verdi. Ona göre sevgi nefrete borçlu değildir ve sevgiyi anlayabilmek-yaşayabilmek için ona nefretin eşlik etmesi gerekmez.
Rabia'nın bu yaklaşım metafizikçilerin görüsüyle teyit edilmiştir. Onlar bize varlıktaki karşıtlığın asli ve gerçek bir durum dolmadığını anlattı: yokluk ve varlık arasında bu anlamıyla karşıtlıktan söz edemeyiz. Varlık asıldır, yokluk ise varlığın olmayışıdır, yani bir 'şey' değildir. İyi-kötü, güzel çirkin, sevgi-nefret gibi günlük hayatta birbirine bağımlı hale getirdiğimiz şeyler için de aynı hükmü verebiliriz. Hal böyle iken bu karşıtlığa niçin ihtiyaç duyarız? Metafizikçilerin görüşüyle meseleye bakarsak, bir şey duygu seviyesinde kaldığı ölçüde karşıtlığa ihtiyaç duyar; çünkü bize ait bir şeydir ve bizim sınırlı dünyamızda ortaya çıkan şeyler karşıtlarından beslenir. Bir duygu ona zıt başka bir duygunun varlığından beslenir ve görünürlük kazanır. Fakat duygular gerçek düşüncelere doğru yol almaya başlayıp da bizi hakikate taşıdıklarında karşıtlıklar ortadan kalkar. O zaman sevgi ile nefret arasındaki bağımlılık silinir ve sevgi bizatihi sevmek haline gelir. Sufiler bu değişimi nefse göre sevmek ile Allah'a göre sevmek şeklinde ayrıştırmıştır: Allah'a göre ve Allah için sevmek nefrete ve sövgüye borcu olmayan sevgi demektir.