Herhangi bir derecede nesnelliği ortadan kaldırabilecek veya tezyif edebilecek sübjektif yaklaşımlar, Müslümanların da içine yerleştirilebileceği klasik dönemden orta çağa kadar ki hakim düşünceye yabancıydı, hatta hakim anlayışa 'muhalif' kabul ediliyordu, bunu biliyoruz. Söz konusu evrelerde düşüncenin ve bilimin merkezinde nesnellik anlayışı vardı. Bu kadar farklı çağları hatta farklı inanç ve gelenekleri birleştiren en önemli payda, bilgi kadar ahlak ve siyaset anlayışlarına hükmeden nesnel bilgi ve nesnel varlık anlayışını benimsemekti. Müslümanların bilim anlayışını şekillendiren kurucu cümle; kökleri bakımından Aristocu olan, 'hakikat sabit, bilgi mümkündür' cümlesi idi. Bu cümle herhangi bir tarzı ve anlamıyla göreceliği aşarak nesnel gerçekliği bilim, düşünce ve ahlakın zemini kabul ederek sübjektif iddiaları 'rakip' ve muhalif addeden bir takım düşünceleri içeriyordu. Klasik düşünce kadar, Müslüman düşünce mirasının çağımızda bir anlam ifade edebilmesi, bu cümlenin bir değer ifade edebiliyor olmasına bağlıdır.
Sabit ve nesnel bir hakikatin varlığı, onu bilmenin ardından verilebilecek bir hükümdür. Haddi zatında burada cümle tersinden kurulmuş gibidir: İnsan, zihin imkanlarıyla öğrendi ki dışımızda bizden bağımsız bir gerçeklik vardır, hakikat orada bir yerde bizden bağımsız bir şekilde durmaktadır. Hakikatin var sayım olarak kabul edildiği bir bilgiden söz etmiyor bu cümle. Nesnel gerçekliği inşa eden böyle bir ilkenin Müslüman filozofların eserlerinde yer alması bizi şaşırtmaz, onlar zaten Grek mirasından böyle bir cümleyi takip etmek üzere bilim yapmak zorundaydılar. Filozof olmak, o gelenek dahilinde nesnelliği kabul ederek bilgi üretmek demekti. Böyle bir ilkeyi kabul etmedikten sonra felsefe hele metafizik yapabilmenin imkanı belki gereği de yoktur. Kindi'den itibaren Müslüman filozoflar nesnel gerçekliği kabul etmiş, Farabi ve İbn Sina gibi filozoflarda işin teorisi tam olarak şekillenmişti. Nesnel gerçekliği kabul etmek ve buna göre bilgi üretmek konusunda en tutarlı olanlar, filozoflar idi. Onlar kelamın anlayışları dahilinde şekillenen 'usul' ekseninde bilgi üreten bilimleri bazen cedel, bazen safsata yapmakla itham ederek 'muhalif' kısmında mütalaa etmişlerdi. Farabi, kelamcıların 'akıl' teorisinin gerçek bir akıl teori olmadığını, kelamcıların akıl ile akletmeyi (yani bir düşünme eylemi olarak akl ile düşünen özne olarak akıl farkı kelamcılarla filozoflar arasındaki esas tartışma noktası idi) ayırt edebilecek bir varlık fikrine sahip olmadıklarını düşünür. Farabi, bu yaklaşımı ile kelamcıların aklın nesnel zeminini ortadan kaldırdıklarını düşünerek daha sonra din ile felsefe-metafizik arasında ortaya çıkan tartışmaların kelamın bu yanlış akıl tasavvurundan kaynaklandığını söyleyecekti.
Öte yandan filozoflar için görece 'muhalif-sofist' sayılabilecek kelam öncülüğünde teşekkül eden din bilimleri de aynı anlayışı farklı yoldan savunmuşlardı. Herhangi bir kelam kitabında bulabileceğimiz kurucu cümlelerden birisi 'hakikat sabittir ve bilgi mümkündür' cümlesidir. Müslüman düşüncenin tarihini anlayabilmek, bu cümlenin iki ayrı hikayesini yazabilmeye bağlıdır. Vakıa bir cümle yaklaşık olarak aynı tarihsel dönemlerde bazen çatışan bazen de birbirini şekillendiren iki ayrı gelenek inşa etmiş, iki ayrı gelenekte farklı gerekçeler üzerinden kendisine bir anlatı bulmuştur. Birinci ve hakim gelenek, Müslüman filozofların metinlerinde bu cümlenin kurucu ilke şeklinde yer almasıydı. Onlar bu cümleyi, sabit bir cevher saydıkları akılda, sabit bir düzene sahip gördükleri doğada bulmuşlar, 'apriori' bilgilerle bu cümlenin dayandığı varlık anlayışını tespit etmek istemişlerdir. Bir metafizikçinin görevi ise nesnellik ilkesinin delillerini ortaya koymak, bu husustaki yanlış anlayışları ortadan kaldırmak, bilim, düşünce ve ahlak bahsinde bu ilkenin gereği olan kuralları saptamaktır.
Müslüman kelamcılar, ne sabit bir cevher olarak aklı ne bir nizam olarak doğayı kabul etmişlerdi. Üstelik onlar için -en azından Ehl-i sünnet kanadı için- doğada sabit bir düzeni kabul etmek ilahi kudreti sınırlama anlamı taşıyabilecek tehlikeli ve zararlı bir anlayıştır. Tanrı'ya iman etmek, O'nun kadir-i mutlak olduğuna iman etmek demek ise -ki öyledir- o zaman alemde sürekli bir nizam veya nedensellik bulunduğunu düşünmek bizi dindeki gerçeklikten uzaklaştırır. O zaman kelamcılar, nesnelliği anlatan cümleyi doğada veya akılda bulamazlar, peki nerede bulacaklardır? Onu bulabilecekleri yegane yer, naslar, yani şeriattır. O zaman determinist yolu takip edenlerle endeterminist yoldan gidenler bir cümlede buluşmuş oldu: hakikat sabit, bilgi mümkün.
Fakat bütün bilimler arasında en şaşırtıcı olanı, geçmişte ve günümüzde genellikle 'sübjektif' yaklaşıma en yakın zümre sayılabilecek olan tasavvuf literatüründe bu cümlenin yeridir. Tasavvuf metinlerine bakınca görebiliriz ki, sufiler de başından beri 'nesnel hakikat ve nesnel bilgi' peşindeydiler, terk ettikleri şehirde hakim olan ilkeler, onların da düşüncelerini şekillendirmişti. Onların hakikati ararken dile getirdikleri eleştiriler, özellikle aklın ve bilginin yetersizliğiyle ilgili sözleri 'sofist' gruplarla anılmalarına yol açmış olsa bile gerçek öyle değildir. Tasavvufun ilk önderleri 'hakikat' derken muhtemelen böyle bir şey anlamıyor, Tanrı'nın peşinden gitmek istiyorlar, bunun için de insanın yetersizliğini bir ilke olarak dile getirip 'ümmi' olmak istiyorlardı. Fakat zamanla gelişen literatür, daha doğrusu literatür içindeki tasavvuf -yazılı tasavvuf- düşünceleri berraklaştırdı: Meğerse sufiler de nesnel gerçekliğin, nesnel bilginin ve nesnel hükümlerin peşinden gidiyordu.
Ekrem Demirli