Bir şehrin adının anlamıyla arasındaki bağın tamamen koptuğu şehrin ismidir Kudûs. Uzun zamandır orada yaşanan hadiseler ile şehrin ruhu arasında herhangi bir bağlantı kurmak mümkün olmadığı kadar bütün bunların ardından yapılanları arz-ı mevud (vaat edilmiş topraklar, işin bu kısmı üzerinde daha sonra duracağız, belki başka bir yazıda) gibi Tanrı'nın irade ve inayetiyle ilişkilendiren iddialarla takdim etmek başlı başına bir marazilik olarak ortada duruyor. Bir katilin insan sevgisi ile dolu olduğunu iddia etmesi veya sadece sevgiden dolayı öldürdüğünü düşünmesi veya ahlak mücadelesi verdiğini iddia etmesi kadar tuhaf ve abes bir durum yaşanıyor hali hazırda. Kelime anlamıyla kutsallık, yücelik anlamıyla ruhun dünyevi arzulardan, iktidar tutkusundan ve behimi güdülerden arındığı mekan anlamına gelen şehrin öteki ismi Darü's-selam yani esenlik ve selamet yurdudur. Gerçekte bu ikisi kutsiyet ile selamet-esenlik arasında bir neden-sonuç ilişkisi vardır: Ancak ruhu kemale erenler Tanrı'nın verdiği esenliğe ulaşabilir veya ancak es-Selam olan Tanrı'nın inayetine mazhar olanların ruhu behimi duygulardan arınmış, gerçek insan haline gelebilir. İnsanlar Tanrı'ya bağlandıkları ölçüde kurtuluş ve selamet bulurlar, kevn ve fesat aleminin sınırlarını aşabilir, kurtuluşa erdikleri ölçüde ise yaşadıkları mekan 'selamet yurdu' haline gelir. Bu itibarla selamet yurdu İslam'da cennetin isimlerinden birisidir. Kudûs'e Darü's-selam demek, bu yorumla, cennetin yeryüzünde temessülü olarak bir şehri düşünmek demektir: cennetin dünyadaki ismi Darüsselam yani Kudûs'tur (önce Mekke tabii).
Kudûs hakkında Müslüman toplum bilgilerini tazelemek zorundadır: Haddizatında temeddün Mekke'de başlamışken ardından Kudûs ikinci merkez veya merkezlerden birisi haline gelmiştir. Bu yönüyle Kudûs Mekke'nin Akdeniz'e doğru uzayan kısmıdır: Coğrafi olarak değil belki fakat ruhen Kudûs Akdeniz'deki Mekke'dir. Zamanla ihmal edilen Mekke ve Kudûs arasındaki bağı tekrar inşa eden ise Hz. İbrahim Peygamber, yani Tanrı uğruna gelenekleri, alışkanlıkları, dünyevi arzuları, behimi güdüleri 'kesmek' yoluyla insana özgürleşme yolunu gösteren kişi olacaktı. Bugün İslam, Yahudilik ve Hristiyanlığın 'İbrahimi' din olarak kabul edilmesi bu ana fikirler ekseninde toplanmış olmalarından kaynaklanır. Bir asırdır burada yaşanan hadiseler, kutsiyet ve selameti tamamen unuttursa bile, insan hakkında dinin söylediklerini, peygamberlerin insanlara talim ettiklerini açık delillerle kanıtlıyor: İnsan kan döküyor, sebepsiz yere başkasını öldürüyor ve bunları 'ulvi' gayelerle yaptığından hiçbir şekilde tereddüt etmiyor. Muhtemelen dünyada elde ettikleri bir yana ahirette de 'cennet' bekliyor.
Burada yaşanan hadiseler ne ilk ne de sondur: İnsan var olduğu sürece kan dökmeye, savaşmaya devam edecek, bütün bunları ise büyük gayelerle perdeleyecek, yaptığı fiilin üzerinde oluşturduğu ağır baskıyı 'ulvi gayeler' ile gidermeye çalışacaktır, bu kesindir. Fakat her ne olursa olsun 'İnsan kendini biliyor, ne kadar mazeret beyan etse de kendini biliyor.' Gerçekte herkes olanı biteni biliyor, ortada bilgi sorunu yoktur, yanlış bilgilerle kimse kandırılıyor değildir, haklı kim haksız kimdir herkes bundan emindir, yapılanların ne anlama geldiğini dünyada bilmeyen yoktur. Zaman zaman kulak veriyoruz, gazeteler, medya araçları yanlış bilgilerle insanları yanıltılıyor denilir; bence vakıa hiç de öyle değildir. Hiçbir insan yanıltılmaz, her insan olanı biteni gayet iyi biliyor, fakat her zamanki insanlık doğamız kendini gösteriyor: Hadiselere zarar ve kar açısından bakmak, uzak durmak, beklemek, seyretmek, en aşırı örneklerde de 'vicdan azabı' çekmekle konforu tekrar tesis etmek.
Filistin'de günümüzde yaşanan hadiseler yine de farklı bir şekilde ele alınmayı ve kelimenin gerçek anlamıyla bütün insanlık için -bireysel veya toplumsal olarak- ders çıkartılmayı iktiza ediyor. Bu ders asırlar boyunca biriken travmaların şekillendirdiği bir hafızayla oluşan millet hafızası ve kimliğiyle yaşamanın ne felaket bir tuzak, ne taşınmaz bir yük ve özgürlüğü yok eden bir mağara olduğunu gösteriyor. Uzak geçmişte imanı ve tevhidi savundukları için baskılarla karşılaşan Yahudiler, yaşadıkları hadiseleri doğru tahlil edemedikleri ölçüde, bugün başka insanlardan intikam alarak toplumsal kimliklerinde ortaya çıkan sorunları çözebileceklerini düşünüyor. Hiç kuşkusuz mazlum olmak her zaman büyük bir tehlikeyi içinde barındırır, bugünkü hadiselerde tam olarak bunu gözlemliyoruz. Yaşadığı hadiseleri doğru yorumlayamamış ve içinde ukdeler halinde biriktiren mazlumlar, zaman içinde imkan ölçüsünce zalim olacak, kendisine yapıldığı düşündüğü zülmun ezici etkisinden başkalarına zulmetmek yoluyla kurtulmaya çalışacak, kaçtıkça da zülüm kendine dönerek daha çetin bir yüke dönecektir. Bu bakımdan mazlum olmak haklılık anlamına gelmiyor en azından haklı kalmak anlamına hiç gelmiyor. Yahudi tarihi bunun açık bir şahidi olarak ortada duruyor. Bunu tartışmaya veya kanıtlamaya gerek yoktur. Ortada bir zulüm vardır ve bunun haklı gerekçeleri olamaz. Fakat dikkatimizi çeken sadece bu değil! Travmalar sürecinde yaşanan açmazların burada nüksettiğini görüyoruz. Travmalarını çözememiş toplumlar veya bireyler, ne kadar eğitim görürlerse görsünler veya ne kadar güç devşirirlerse devşirsinler, intikam almakla tatmine ulaşamayacak, daha çok kan, daha çok baskı ve daha çok zülüm ile sadece ezikliklerini tahkim edeceklerdir. Bugün öldürülen çocuklar için üzülmek, yaşanan zülüm karşısında aciz kalmanın yol açtığı dar sıkıntılarla uykusuz kalmak bir insanlık görevidir. Bu meyanda insan en azından açık ve kesin bir şekilde taraf olarak, o kötülük ve lanetten uzak durmaya çalışacak, insan kalabilmenin yollarını arayacaktır. Fakat bazen şuna da şükretmek gerekir: Öldürülen Müslümanlara üzülürken en azından onlar şu dünya hayatında kendilerine bu zulmü yapanlar kadar kötü ve zalim olmadılar, onlar kadar derin travmalara maruz kalmadılar, onlar kadar insanlıktan nasipsiz yaşamadılar. Şükür!
Ekrem Demirli