Türkiye'nin tanınmış turistik beldelerinden birinde dolaşıyoruz. Tarihin ve tabiatın iç içe geçtiği muhteşem bir doku var. Tarihi bir çarşı içinde ilerlerken denize açılan dar bir sokaktan içeri adımımızı atıyoruz. Alabildiğine masmavi bir manzaraya açılan dar sokağın sonunda insanların iştahla fotoğraf çekildiğini görüyoruz. Alışkın gözlerimiz manzarayı yadırgamıyor. Ne var ki bu ortamda manzaranın tadını çıkarmak da pek olası görünmüyor. Hızlıca etrafa bakıp geldiğimiz yoldan geri dönüyoruz. Dar sokağın girişini iki kadın tıkıyor. Biri diğerinin fotoğraflarını çektikten sonra ikisi de hızlıca telefon ekranına gömülüyor ve hayır şu değil bu, yok o da değil şu diyerek fotoğraf seçiyorlar. Konuşmalarından bir Instagram paylaşımı öncesine şahitlik ettiğimizi anlıyoruz. Bu arada kadınlar oradan geçmek isteyen insanlar olduğunun farkında bile değiller. İşlerinin bitmesini bekliyoruz. İşlem tamamlandıktan sonra geride bıraktıkları manzaraya son bir bakış dahi atmadan, belki de yeni fotoğraflar çekme ve paylaşma arzusu içinde, hızlı adımlarla uzaklaşıyorlar. Tabi orada beklettikleri insanları görmeleri ve minik bir özür dilemeleri de mümkün olmuyor. Zira o güzelim manzaraya son bir kez dönüp bakmaya bile ya sabırları yahut istekleri yok. Her iki seçenek de yaşanılan tecrübeye dair yüzeysel bir ilişki anlamına geliyor ve buna şahitlik etmek insanın yüreğinde bir burukluk oluşturuyor.
Yaşamak mı göstermek mi?
Bir tecrübeyi "gösterme"nin onu gerçek manada yaşamaktan alıkoymasına ne sebep oluyor? Her şeyden önce çevremizle kurduğumuz ilişki giderek göz aracılığıyla değil, kamera aracılığıyla kurulan bir ilişkiye dönüşüyor. Gözün gerçek anlamda temaşa etmediği bir şeye kalbin kayıtsızlığı o kadar normal ki! Paylaşma ve gösterme arzusu yüzünden insanlar tam olarak neyi deneyimlediklerinin bile farkına varamıyorlar. Zira bir şeyi gerçek anlamda deneyimlemek belli bir zihinsel yoğunlaşma gerektiriyor. Birkaç yüz belki daha fazla seyircili bir sahneye deneyiminizi taşımak, yani "göstermek" ise bambaşka bir ciddiyet ve yoğunlaşma gerektiriyor. Çoğunluk, zihinsel eforunu ikinci alana hasretmeyi tercih ettiği için giderek dünyayı bir fotoğraf karesinden ibaret algılamaya başlarken, aslında gerçek manada hiçbir şeye temas edemeden yanlarından geçip gitmiş oluyorlar. Böylece göstermenin tatmini, yaşamanın tatminini alt etmiş oluyor.
"Gösteri" yetiyor mu?
Buna mukabil, sosyal medyada yer almaktan insanların çoğunun memnun olmadığı görülüyor. Bir biçimde sosyal medyanın kendilerine olumsuz duygular ve deneyimler yaşattığını düşünen insanların sayısı giderek artıyor. Gerçekten de sosyal medya ortamlarının insanların ruhsal ve ahlaki durumlarına olumsuz etkilerde bulunan son derece sakıncalı içeriklerle dolup taştığı malum. Bununla birlikte doğası gereği insanların merak ve kıskançlık duygularına hitap eden bir yanı da var.
Aslında herkesin çok da olumlu duygular yaşamamasına rağmen bir türlü sosyal medyadan kopamamasına temelde bu iki dürtü sebep oluyor. Sürekli olarak mükemmel hayatları temaşa eden insanlar bir süre sonra zihnen ve ruhen yorgun düşüyorlar. Belli bir uzaklaşma isteği yaşasalar da sonunda dönüp dolaşıp kendilerini sosyal medyada dolaşırken, moda tabirle 'stalk' yaparken buluyorlar. Yani gözetlerken…
Gözetlemenin külfeti
Göstermenin temel motivasyon olduğu bir mecrada herkesin zamanla bir röntgenciye dönüşmesi ise mukadder görünüyor. Zira insanların çoğu yaşadıkları gerçek hayatın içinde aradıkları tatmini bulamıyorlar. Ben bunları yaşarken başkaları acaba neler yaşıyor duygusu ağır basıyor. Kontrol edilemeyen bu merak duygusu ise insanı kaçınılmaz kıskançlık tuzaklarına çekerek daha da bitkin hale getiriyor.
Sosyal medyanın bahsi geçen sakıncaları yanında son derece kötücül bir yönü de var. İnsanların duygu ve düşüncelerini son derece kısıtlı bir alan sunarak ve hızlıca paylaşmaları çoğu zaman yanlış anlaşılmalara ve zaman içinde düşmanlığa kapı aralıyor. Örneğin Twiter'da son derece saldırgan yazan birinin bloğunu okuduğunuzda hayrete düşebiliyorsunuz. Çünkü bir kişiye ayırdığınız zaman da onun kendisini anlatması için ayrılan alan da bir blogda diğer mecralara göre daha fazla. Bu kişi bir kitap yazsa ve siz onu alıp okusanız muhtemelen tivitlerinde gördüğünüzden çok farklı bir insanla karşılaşabilirsiniz.
Sosyal medyanın bilginin dolaşımına ve demokratikleşmesine belli oranda katkı yaptığını kabul etmek zorundayız. Diğer yandan insan ruhunda ve sosyal ilişkilerde yarattığı tahribatı da hepimiz bir biçimde ya gözlemliyoruz yahut deneyimliyoruz. İnsanlığın sosyal medya ile ilişkisi anlamında çetin bir imtihanda olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.