Üniversitelerle ilgili peş peşe birkaç yazı yazdığım için olsa gerek gündemi pek meşgul etmeyen bir haber dikkatimi çekti.
Haber şu:
BİLKENT Üniversitesi, dünyada önde gelen bin üniversitenin bilimsel araştırma performanslarını değerlendiren Leiden Üniversitesi'nce yapılan sıralamanın 'halka açık makale oranı' kategorisinde dünya birincisi oldu. Yükseköğretim Kurumu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Yekta Saraç ise sosyal medya hesabından Bilkent Üniversitesi'ni tebrik etti.
Haberde üniversite ismi geçmeseydi, aklıma gelen üç üniversiteden biri Bilkent olurdu benim. Neden mi? Anlatayım.
Fakülte yıllarında okulun karşısındaki Beyazsaray Kitapçılar Çarşısında Enderun Kitabevi'nde İsmail amcanın çıraklığını yapardım. Sahaf çırağıydım yani. Kütüphanesi olup vefat eden oldu mu bizi ararlardı, İsmail amca bir paha biçerdi, anlaşılırsa bizi gönderirdi, arabalarla gider alır depoya götürürdük. Bir seferinde emekli bir büyükelçinin kitaplarını aldık. Paris büyükelçiliği de yapmış bu kıdemli sefirin adı Tarık Koperler. Kütüphanesini Harbiye'deki dairesinden alıp Beyazıt'taki dükkana getirdik. Akşam oldu haliyle, dükkanın yığdık kitapları, kapıya kadar her taraf kitap doldu. Adım atacak yer kalmadı haliyle. Artık ertesi gün geldiğimizde ayırırız, tasnif ederiz diye düşünüyorduk. Hanın bekçileri de kapatmamız gerektiğini hatırlatmak için düdüklerini çalıp duruyorlardı. Çıkmak için hazırlanıyoruz, kan ter içindeyiz. Derken Halil İnalcık Hoca geldi. Kitapları görünce hayırlı olsun deyip incelemeye başladı. İsmail amca, hocam geç oldu, bekçiler düdük çalıp duruyor, yarın teşrif buyursanız, diyecek oldu ama hoca kitapların başından ayrılacak gibi değil. Nasıl ayrılsın! Hepsi meşin ciltli, Paris'te ciltlenmiş birçoğu. Çok tatlı bir kahverengi ciltleri var. Sıradan romanlar bile ciltli. Fransızcanın yanı sıra Osmanlıca eserler de var. Bizde bile olmayan Türkçe kitaplar var. Hem güzel ciltlenmiş hem de değerli kitaplar. Konu itibariyle de tarih ve siyaset bilim ağırlıklı. Neredeyse tüm klasikler var. Sahaflarda adettir, kitabı alınır alınmaz satılmaz. Önce teker teker ellenir, sevilir. Birkaç gün bekletilir, bir kısmı hemen satılması için vitrine çıkarılır. Bir kısmı erbabı için saklanır. Bir kısmını da sahaf kendisi için saklar. Zaten zengin bir kütüphanesi olmayan sahaf yoktur. Şahsi kütüphanesi yoksa zaten sahaf değildir. İsmail amcanın da çok zengin kütüphanesi vardı evinde.
İsmail amca da içlerinden birkaç tanesini cildinden birkaç tanesini de kendisinde olmadığı için ayıracak ama hali mecali yok. Onu da biliyorum. Hoca'ya o kitapları göstermek de istemiyor alır diye. Hoca'yı ikna edip çıkıyoruz ama Hoca İsmail amcaya ısrarla bir şeyler diyor. İsmail Bey, yarın buraya iki kız gönderiyorum, onlar bakıp ayıracaklar. Ayırmadıklarını sen ne yaparsan yap, ayırdıklarını biz alacağız. İsmail amca da yorgunluk bir yandan geç oldu diğer yandan, tamam hocam bakarız, hele bir yarın olsun, dedi ve dükkanı kapatıp çıktık.
Dükkanı ben açıyorum sabahları, İsmail amca da 11 gibi gelir. Baktım kapıda iki hanım bekliyor. Ben unuttum tabi akşam olanları. İki öğrenci geldi, sabah derse gitmeden uğrayıp kitap alacaklar zannıyla günaydın deyip dükkanı açtım. İçeri girdiler ve kendilerini tanıttılar. Ben onlara hemen bir yer açtım, oturup kitapları teker teker incelediler. Akşama kadar kitapların yarısını ayırdılar ama bitmedi. Birkaç gün daha gelip tüm kitapları elden geçirdiler. Ayırdıklarını alıyoruz, dediler. O kitapları Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi aldı. İsmail amca kitapları çok daha yüksek fiyata satacakken sadece hocanın hatırına ve bir Türk üniversitesi kütüphanesine gidecek diye nispeten hesaplı bir fiyata verdi. İsmail amca bu konuda dertliydi. Dünyanın dört bir tarafında elli kadar üniversiteye kitap gönderirdi de Türkiye'den hiçbir üniversite kitap almazdı ve İsmail amca bu duruma üniversitelerimiz adına, ilim adına çok üzülürdü.
İsmail amcadan dinlemiştim hikayesini. Halil Hoca Chicago'da iken Türkiye'ye geldiğinde mutlaka Enderun'a uğrar, kitapları alır ve ardından İsmail amca Chicago'ya gönderirmiş. Bir seferinde sormuş Hoca'ya İsmail amca. Hocam, demiş, neden dönmüyorsunuz artık? Bu yaştan sonra ecnebi memlekette zor olmuyor mu? Biraz da bizim çocuklarımız istifade etse sizden. Hocanın cevabı çok önemli ve aslında her şeyi de çok güzel açıklıyor.
- İsmail Bey, on üç milyon kitap var kütüphanesinde. Nasıl bırakayım?
Daha sonra Bilkent Üniversitesi Hoca'yı ikna edip kitaplarıyla getirdiler Ankara'ya. Rektörlük ve Doğramacı ailesinin ısrarı olmasa mümkün olmazdı. Kitaplarını da kütüphanede ayrı bir yere koydular. Hoca vefat edene kadar kitaplarından ayrılmadı ve ülkemize birinci sınıf birçok tarihçi kazandırdı.
Haberi okuyunca aklıma Bilkent Üniversitesi'nin gelmesinin nedeni buydu. Kuruluşunda kütüphaneye çok önem verdiklerini biliyordum, demek hala çok önem veriyorlar.
Bu bir birikim ve kültür meselesi. Bir de irade olunca ortaya böyle başarı hikayeleri çıkıyor.
Bu arada yeri gelmişken İhsan Doğramacı'yı da rahmetle analım. Onun kurduğu iki üniversite bugün Türkiye'nin en iyi üniversiteleri arasında. Hacettepe ve Bilkent. Hacette devlet üniversiteleri arasında, Bilkent de vakıf üniversiteleri arasında üst sırada. Bu bir tesadüf olmasa gerek.
Öğrenci iken Doğramacı'ya az kızmazdık. Büyük adammış vesselam. Bu arada konu ile ilgisi yok ama ben yine de söyleyeyim. Türkiye'de en rahat abdest alınan camii de Doğramacı yaptırdı. Allah Halil Hoca'ya, Doğramacı'ya ve İsmail amcama gani gani rahmet eylesin.
İsmail Güleç