Zor zamanlarda yaşıyoruz. Nereye evrileceğimizi kestiremediğimiz günler içindeyiz. İstikametimizi ve nerede duracağımız bilemez olduk. Bâb-ı Ali'yi unutup Bâb-ı Âli peşinde koşar olduk.
Şimdi siz bana Bâb-ı Âlî ile Bâb-ı Ali arasında ne fark var diye sorarsınız, bilirim. O halde anladığım kadarı ile izaha gayret edeyim.
BÂB-I ÂLÎ
Bâb-ı Âlî 'yüce kapı' demek. 18. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı hükûmeti mânasında kullanılan bir tabir. Pakalın meşhur sözlüğünde Bâb-ı Âlî'yi "Osmanlı İmparatorluğunun münkariz olduğu güne kadar devlet idaresinin merkezi sayılan yere verilen isim" olarak tarif eder.
Ondan öncesinde ise padişah kapısı anlamında Bâb-ı Hümâyun kullanılırdı. Türkçe kapı, Arapça bâb ve Farsça der kelimeleri, "padişah ve sadrazam sarayı, yönetim merkezi, hükûmet" anlamlarına gelecek şekilde tamlama yapılarak kullanılmış. Sadrazamın makamına Bâb-ı Âsafî, şeyhülislamlık makamına Bâb-ı Meşîhat, Genelkurmay başkanlığına Bâb-ı Seraskerî, maliyeye Bâb-ı Defterî adı verilmesi hep aynı gelenekten beslenerek verilmiş isimler.
Bir yere kapısından girildiği için mecaz-ı mürsel yoluyla kapı söylenmiş ama o kapıdan içeri girilen mekânın sahibi kastedilmiş. Zamanla sığınılacak her yer için söylenir olmuş.
Kapının anlam dairesi o kadar geniş ki girersek işin içinden çıkamayız. O yüzden biz Bâb-ı Âlî'den ayrılmadan yolumuza devam edelim.
NUŞİREVÂN'IN ADALET ZİNCİRİ
Hükûmet veya saray yerine kapı kullanılması, kadim gelenek. Kapının hükûmet işlerinde bu kadar önemli bir yere gelmesinde Sasanîlerin büyük hükümdarı Nuşirevan'ın (531-571) da rolü var. Peygamberimizin fenâ âlemini şereflendirdiği gece, sütunları yıkılan sarayın sâkini kisra işte bu padişah idi.
Nuşirevân adaletiyle meşhur bir padişah idi. Şairler bir padişahın adaletini övecekleri zaman ona benzetirlerdi. Onu bu kadar meşhur eden ise adalet zinciri idi.
Kitaplarda anlatılanlara göre, Nuşirevân sarayın kapısına ucu bir çana bağlanmış zincir astırmış. Bir haksızlığa uğrayanlar kapıya gelir, zinciri çekermiş. Böylece çan çalar ve Nuşirevân da mağduru dinlermiş. Zaman içinde zincire çekmek yerine sarayın kapısına gitmek kullanılır olmuş.
Başlangıçta mağdurların geldiği kapı, zamanla derdi ve talebi olan herkesin geldiği bir yer olmuş. Bâb-ı Âlî, zaman içinde erbâb-ı ricanın yani hükûmetten bir talebi olanların sığındıkları liman, başvurdukları merci anlamına gelecek şekilde kullanılır olmuş. Makam mevki peşinde koşanların, başı derde girenlerin, işi gücü rast gitmeyenlerin, yani bu dünya işleri için gidilen bir yer olmuş Bâb-ı Âlî.
BÂB-I ALİ
Bir de Bâb-ı Alî var, Ali'nin kapısı. Bu Ali'nin bizim Hz. Ali olduğunu hemen anlamışsınızdır.
Cümlenin ma'lûmu olan bir hadis-i şerifi hatırlatmalıyım.
Ben ilim ve hikmet şehriyim, Ali de onun kapısıdır.
Hz. Ali, Peygamberimizin damadı, torunlarının babası, en büyük yardımcısı, herkese anlatmadığı manevi ilimleri aktardığı büyük bir Allah dostu. Hz. Peygamber'in "Ben kimin dostu isem Ali de onun dostudur. Allah'ım! Onu sevenleri sen de sev, ona düşman olanlara sen de düşman ol!" buyurduğu Hz. Ali'nin yeri müminlerin gözünde başkadır.
Hz. Ali'nin biz Türkler için ayrı bir anlamı daha var. O, hem ilim talebesi hem derviş hem de gazilerimiz için ideal insan tipidir. Halifelerin kendisine danıştığı büyük bir fakih, hukukçu, birçok tarikatın silsilesinin kendisine ulaştığı büyük bir veli ve Hz. Peygamber'le birlikte tüm gazalara katılmış bir gazidir. Anadolu'yu vatan edinirken tutunduğumuz dallardan biri de Hz. Ali idi. Hikayelerini dinleyerek büyüyen çocuklar ya onun gibi bir yiğit ya onun gibi bir fakih ya da onun gibi bir gazi olmak isterdi. Türk alpını, eren yapan Hz. Ali idi.
Bâb-ı Ali'nin bir diğer adı da âstân veya dergâhtır. Âstan ve dergâh kapı eşiği, kapı dibi, eşik yanı, kapı önü anlamlarına gelir. Bâb-ı Âlî için yüce kapı denilirken Bâb-ı Ali için kapı önü, eşik gibi daha mütevazi kelimeler kullanılması ise Hz. Ali'nin bir lakabının da Ebû Turâb, yani toprağın babası, toprağa bulaşan kimse olmasıdır. Toprak, tevazuun sembolüdür. Ayaklar altındadır ama insanoğlunun ihtiyacı olan her şeyi verir. İnsan topraktan yaratılmıştır ve yine toprağa dönecektir. Toprağa secde etmek ise tevazu göstermenin, ben kibir sahibi değilim dememin remzidir. Gerçek âlî olanlar, Bab-ı Ali'nin eşiğine yüz sürenlerdir. Bâb-ı Âlî peşinde topraktan gelip toprağa döneceğimizi unutmak demektir. Bâb-ı Ali ise toprağa bulaşmak demek.
TOPRAĞA KARIŞANLAR
Rivayete göre bir gün Hz. Peygamber, öğle vakti Hz. Fâtıma'nın yanına gider. Hz. Ali'yi göremeyince merak edip sorar. Sahâbîlerden biri onun Mescid-i Nebevî'de uyuduğunu söyleyince Peygamberimiz mescide gider. Hz. Ali'nin üzerindeki hırkanın sıyrıldığını, vücudunun toprağa bulandığını gören Hz. Peygamber, bir taraftan Hz. Ali'nin elbisesindeki toprağı eliyle silkelerken öte taraftan "Kalk Ebû Türâb, kalk!" diye seslenir. O günden sonra "Ebû Türâb" Hz. Ali'nin kendisine hitap edilmesinden en çok hoşlandığı lakabı olur.
Bâb-ı Âlî'ye sığınanlar dünya hayatı peşinde koşanları temsil eder. Bâb-ı Ali peşinde koşanlar ise gönlünde dünyaya karşı bir zerre kadar muhabbet olmayanları. Onların gönlü Hakla, hakikat ile, vatan sevgisi, insan muhabbeti ile doludur.
Bâb-ı Âlî peşinde koşanlara kızmam, bir şey demem. Ama Bâb-ı Ali'de duranları severim, hürmet ederim. Çünkü onlar Sümbülzâde Vehbî'nin veciz ifadesiyle;
Devr-i ebvâb eyleyip olma cihânda der-be-der
Der-geh-i Bârî dururken etme gayra intisâb
Cihanda kapı kapı dolaşıp milletten bir şeyler isteyip durmayanlardır. Yüce Allah'ın kapısı dururken sığınılacak başka kapı aramayanlardır.
Bâb-ı Ali, dergâh-ı Bârî'dir ve bizim için de iltica edilecek ondan daha yüce, daha âlî bir başka kapı yoktur, vesselam.
İsmail Güleç