Türkçede, dinlediğimizde gülüp geçtiğimiz fıkralar kadar sahici ve ifadeyi güçlendirici metinleri say deseniz ilk olarak berceste beyitler ile atasözleri derim. 'Darb-ı mesel' de denilen atasözleri çoğu kere bir fıkranın veya anekdotun son cümlesidir. Muhatabınızın bildiğini düşünerek sadece son cümleyi söylersiniz, dinleyenler fıkranın tamamını bildikleri için ne demek istediğinizi hemen anlar. Dolayısıyla fıkra, özellikle Türkçe gibi az sözle çok şeyin ifade edildiği dilleri öğretmek ve öğrenmek için fıkra öğrenmek ve bilmek çok önemli.
Bir fıkra bilmek sadece dili değil aynı zamanda insanı ve insanlık halini de bilmek demek. Fıkra dinleyerek büyüyen bir çocuk fıkra bilmeyen çocuktan çok daha neşeli ve mutlu olmasının yanında dili kullanma biçimi ve ifade kabiliyeti de yüksek olur.
Bir fıkra ile;
- Yaşanmış bir olayın sonucunda içine düşülen durumu kısaca özetlersiniz.
- Yaşanması muhtemel bir olay hakkında muhatabınızı kısaca ve anlayacağı şekilde uyarmış olursunuz.
- Ne düşündüğünüzü merak edenlere kimseyi kırmadan ve incitmeden ifade edersiniz.
- Sohbet ortamını neşeye boğarsınız.
Kısaca içinde fıkra olmayan sohbet, sohbet değildir. Fıkra bilmeyen ve anlatmayan kişi eksik kalmış demektir. Dolayısıyla Nasreddin Hoca'yı bilmeyen cahildir. Neden cahil olduğunu daha sonra geniş bir şekilde açıklarım. Şimdilik bir fıkra ile yetineyim.
Nasreddin Hoca
Arkadaşlarından biri bir gün Hoca'yı evine davete etmiş. Hoca da kırmayıp davet sahibinin evine gider. Hoca'nın yolunu gözleyen davet sahibi sokağa girdiğini görünce hemen başını pencereden içeri sokmuş. Ancak Hoca da bunu görmüş.
Hoca evin kapısının önüne gelmiş. Mutat olduğu üzere evin kapısındaki tokmak ile kapıyı çalmış. Adamın karısı kapıyı açmış ve Hoca'yı davet eden adamın evde olmadığını söylemiş. Bunun üzerine Hoca:
- Herifine söyle, bir dahaki sefere bir yere giderken başını da götürsün, pencerede unutmasın.
Demiş ve ayrılmış.
Bu fıkrayı bilen herkes başını evde unutmak denildiğinde ne kastedildiğini bilir. Hatta bazen bir şifre gibi sadece ne için ve kim için söylenildiğini bilenler anlar.
Hersekli Arif Hikmet Bey
Hoca'nın düştüğü durumun tam tersi durumlar da yaşanabilir. Görmek ve görüşmek istemediğiniz biri sizi ararsa yok dedirtmek neredeyse âdetten oldu. Cep telefonu çıktığından beri 'işitmedim, sessize aldım, toplantıdaydım' gibi mazeretler de söylenir oldu ama bunun atası 'evde yok' cümlesidir.. Sekreterlere yok dedirtmek en sık söylenen yalan olmaya devam ediyor.
Bu yalan biraz da muhatabı incitmemek için söylendiği için bir yere kadar anlayışla karşılanabilir. Muhatabı mesajı alınca kendisiyle görüşülmek istemediğini anlar ve bir daha aramaz eğer mecbur değilse. Ama bazıları bunu anlamadığı için daha açıkça ifade etmek gerekebilir.
Durumu özetleyen bir anekdot anlatayım.
Çağının bilge adamlarından Hersekli Arif Hikmet Bey'in evine gelen gideni eksik olmazmış. Hikmet Bey görüşmek istemediği biri geldiğinde dadısına evde yok dedirtirmiş. Ancak bazıları Hikmet Bey'in evde olduğu halde yok dedirttiğini bilir, ısrarla eve girmek istermiş.
Yine bir gün Hikmet Bey'İn görüşmek istemediği biri kapıyı çalmış ve ona da evde yok denince adam gitmeyip "Evde beklerim", diye ısrar etmiş. Tartışma uzayınca Hikmet Bey pencereden kafasını uzatıp kapının önünde içeriye girmek isteyen adamı:
- Be herif, buradayım amma seni kabul etmeyeceğim. Benimle ne görüşeceksin. Kahvehaneye git, kendine layık kafadaş bul.
Diyerek kovmuş.
Evde olmadığı söylendiği halde kafasını pencereden uzatan iki adam var. Biri kafasını saklanmak için çıkardığı pencereden içeri sokarken diğeri kafasını içeriden dışarıya çıkarıyor.
Şimdi size iki soru soracağım.
İki olay arasında sizce makbul ve doğru olanı hangisi?
Nasreddin Hoca'nın ve Hersekli Arif Hikmet'in içine düşmüş olduğu durumu tecrübe etmeyen kimse var mıdır?
Fıkrasız gününüz geçmesin. Ya bir fıkra anlatın ya bir fıkra dinleyin. Üçüncüsü olmayın, mutsuz olursunuz.
İsmail Güleç