On bir ayın "sultanı" mübarek Ramazan ayının ardından idrak ettiğimiz bayram günlerini de geride bıraktığımız bir zaman dilimindeyiz artık…
Her Ramazan, aslında biz müminler için, öncesindeki Recep ve Şaban aylarıyla birlikte yeni bir silkinme, tazelenme, kendimize gelme ve Allah'a kulluk adına çaba sarf etme imkanı ve bağışlanma fırsatıyla gelir bizlere… Ve "sayılı günlerin" ardından, geride tatlı hatıralar bırakarak ayrılır aramızdan…
Hayatımız kim bilir ne kadar çok Ramazan ve bayramlara sahne oldu? Ne kadarına yeniden şahitlik edeceğimizi ise kim bilebilir? Geçen yıl bizimle Ramazan'ı idrak edip yaşayanlardan niceleri, bayrama ulaşamadan vefat ederken niceleri de yeni bir Ramazan mevsimini bizimle birlikte yaşama imkanına kavuşamadan aramızdan ayrılıp Bekâ yurduna göçüverdiler…
Her bir vefat haberi aslında bu kervana bir gün bizim de katılacağımıza dair bir uyarı iken, doğrusu "insan nisyan ile ma'lul" olduğundan mıdır bilinmez bu uyarıdan nasibimizi aldığımız da pek söylenemez...
Neticede güneşin doğuşuyla bizim için başlayan her bir yeni gün, yerini akşam karanlığı ile birlikte başlayan geceye bırakırken, hiç kimseyi es geçmeyecek ve bir gün mutlaka karşımıza çıkacak "ölüm hakikati" üzerine düşünmeyi hep erteleme ve ötelemeyi tercih ediyoruz, nedense... Gerekçemiz ise çok basit ve net: Moralimiz bozulmasın ve huzurumuz kaçmasın!.. Gerçekten, ölümü düşünmek moral bozucu ve huzur kaçıran bir şey midir? Kanaatimizce bu soruya verilebilecek en doğru cevap, "kişiye göre değişir" olmalıdır… Şimdi geliniz, bir mümin için "ölümü düşünmek" ameliyesinin aslında onu nasıl hayata bağladığını incelemeye çalışalım.
ÖLÜMÜ DÜŞÜNMEK İNSANI HAYATA BAĞLAR…
Arefe gününün tatlı telaşına değindiği yazısındaki şu satırlar, Yusuf Kaplan'a ait…
"Ölümü hatırladıkça yaşar insan. Ölümü hatırladıkça, hayatı unutmaz, kendini unutmaz, hakikati unutmaz. Ölümü hatırladıkça hayatı tadar; ölümü unuttukça hayattan kaçar." (Yenişafak, 3 Haziran 2019)
Bu sözler, insanın, aslında ölümü hatırladıkça yaşadığını, ölümü hatırladıkça kendisinin ve hayatının farkında olduğunu, hayatın tadını ancak bu sayede alabileceğini çarpıcı bir şekilde ifade ediyor. Gerçekten, ölümün farkında olmak insana yaşama arzusu ve hayattan zevk alma imkanı bahş eder mi?..
Dilerseniz konuya bu soru üzerinden devam edelim…
Üzerinde incelemelerde bulunan ve bu alanda ihtisas sahibi olan her bir kişinin kabullenerek dile getirdiği üzere, insanoğlunun üzerinde etki derecesi en yüksek; ve kişiyi "değiştirici-dönüştürücü" özelliğiyle bu hususta en çok söz sahibi olan kurumların başında tasavvuf gelmektedir. Onun bu denli etkili oluşunu, Nizamiye Medreselerinin en yüksek idarî-ilmî makamında iken görevinden ayrılan İmam Gazzali'nin ya da Belh şehrinin hükümdarı iken tâcı-tahtı terk eden İbrahim b. Edhem'in hayat hikâyelerini okuyarak anlamak ta mümkün olabilir. İnsanı böylesine "büyük" oranda etkileyen tasavvufun, isimleri farklı, fakat maksatları aynı olan; bir diğer ifadeyle, en yüce maksûd olan "Allah'ın rızasına ulaşabilme" adına, kaynağı Kur'an ve sünnet olan muhtelif metotlara sahip çeşitli yolları vardır. Nakşibendiyye, Kadiriyye, Halvetiyye ve diğerleri gibi… Ancak bu yolların –istisnasız- hepsinde, maksadına nâil olmak ve hedefine ulaşmak için uyulması gereken prensiplerden biri de her gün ifa edilmesi gereken "Tefekkür-i Mevt" konusudur. Zira bu konu, yolun yolcusu olan her bir kişi için dikkatle eğilmesi ve özenle çalışması gereken bir "ders" olarak kişiye yüklenmiş bir görev ve sorumluluk meselesidir.
ÖLÜMÜ DÜŞÜNMEK İNSANA NELER KAZANDIRIR?
Böyle bir görev ve sorumluluk sahibi her bir kişi günlük vazifesi olarak okuduğu birtakım tesbihat ve ezkâr sonrasında manevi dersinin bir parçası olarak Tefekkür-i Mevt yapar. Yani ölümü düşünür. Bir gün gelip de emanetini sahibine teslim edeceği anı tasavvur eder. Sahip olduğu her şeyi terk ederek bu dünyadan iki parça bezden oluşan kefenle ayrılacağını, yeni mekânının iki metrekarelik bir kabirden ibaret olduğunu düşünür. Sonra sorgu meleklerinin suallerini nasıl cevaplayacağının derdine düşer. Nihayet, mahşer meydanını ve kurulan mizanı, teraziyi hesaba katarak hiçbir alış-verişin olmayacağı o ortamın zorluğunu tefekkür ederek düşünür, düşünür… Son sözleri, "Allah'ım! Canımı Müslüman olarak al ve beni salih kullarının arasına kat. Beni bu dünyadan, kalbinde iman, dilinde kelime-i şehadet olarak ayrılanlardan eyle" duası olur. Böyle bir tefekkür, her seher vaktinde tekrarlandıkça bir süre sonra kişide hem dünyaya karşı aşırı hırs ve ilgide bir azalma hem de hayatın kadrini-kıymetini bilme şuuru gerçekleşir.
Böylesi bir manevi terbiyenin kişide dünyaya karşı aşırı hırsı azaltma hususunda önemli bir rol oynamasını anlama noktasında herkesin ortak kanaate sahip olduğunu düşünebiliriz. Peki, ölümü düşünmenin insana, yaşadığı hayatın kadr ü kıymetini bildirme noktasında nasıl bir katkısı olmaktadır? İşte bu sorunun cevabını da gelecek yazımızda ele almak istiyoruz.
Görüşmek dileğiyle sağlıcakla kalınız efendim.
Prof. Dr. Mehmet Emin Ay