9 Ekim 2019 Çarşamba günü saat 16.00'da başlayan Barış Pınarı Harekâtı'nın üzerinden neredeyse bir ay geçti. Geride kalan zaman içinde Türkiye, başarılı bir şekilde yürüttüğü harekât ile sahada kazanırken, dünyanın iki süper gücüyle iki ayrı mutabakat gerçekleştirdi. Bunlar ABD ve Rusya ile yapılan sözleşmelerdi. Uluslararası ilişkiler bağlamında hemen her uzmanın ortak kanaati, Türkiye'nin sahada kazandığı gibi masada da kazandığı yönündeydi…
Bizler en son Rusya ile imzalanan ve adına "Tarihî Soçi Mutabakatı" denilen anlaşmanın gereği üzere, alınan kararların sahada uygulanmasını beklerken, 29 Ekim'de ABD Temsilciler Meclisi, Türkiye'yi ilgilendiren iki kararı oylayarak kabul etti. Bunlardan biri, ikide bir başvurdukları yaptırım kararlarından bir yenisi, diğeri ise alışılmadık bir zamanda aldıkları sözde "Ermeni Soykırımını kabul" kararıydı…
Doğrusu her sene 24 Nisan arefesindeki günlerde ABD ve muhtelif Avrupa ülkelerinde, uluslararası Ermeni lobi faaliyetleri ve baskılarıyla gündeme getirilen Ermeni Soykırımı iddialarının bu yıl tam da 29 Ekim'de bu şekilde ABD'de gündeme getirilişi ve oylanarak karara bağlanması dikkat çekiciydi…
ABD, sahada önemli başarılar elde eden Türkiye'yi şimdi, 104 yıl önce yaşandığı iddia edilen bir soykırımı meclislerinde oylayarak, tarihî bilgilerin tamamen aksine bir kararla ve tamamen siyasî bir anlayışla olayı "oldu bitti"ye getirerek köşeye sıkıştırmak istiyordu.
Türkiye, başta Sayın Cumhurbaşkanı ve TBMM olmak üzere muhtelif mahfiller ve kişiler üzerinden alınan kararı "yok" hükmünde kabul ettiğini bildirerek sert bir şekilde tepkisini ortaya koydu; ve olması gereken neyse onu yaptı. Ancak yaşanan bu beklenmedik gelişme bir şeyi sağladı: Terörden arındırılması gereken bölgede, ABD ve Rusya tarafından mutabakat maddeleri arasında yer alan ve varılan anlaşmalar gereği, "terör örgütlerinin terk etmesi gereken" yerlerde hala saldırılarının yaşanmış olması Türkiye'nin bu durumda ne yapması gerektiği sorularını sormasını geciktirdi… Kısaca ABD, bizi sözde "Ermeni Soykırımı" iddiasını kabul ettiğine dair kararla meşgul ederken, sahadaki olumsuzluklarla uğraşmaktan ve bunları sorgulamaktan alıkoymak istedi… Buna –atalarımızın ifadesiyle- bir kez daha "aslına rücû etti" de diyebiliriz…
Peki, bu durumda Türkiye ne yapmalıdır? Genellikle tarihçilerin ortak kanaati olarak duyduğumuz bir söylem vardır: "Tarihi bilmeyen, bugünü yorumlayamaz." Doğrusu Türkiye'nin sahadaki -insan hayatına gösterdiği ihtimam, şefkat ve merhametiyle herkesin takdirini kazanan- anlayışı ve ordusunun gösterdiği büyük fedakarlığı sonucunda kısa sürede elde ettiği başarılı süreçten sonra dünyanın iki süper gücüyle imzalamış olduğu anlaşmalardan sonra şu anda karşı karşıya kaldığı durumu yorumlayabilmek için İslam Tarihi'nin şanlı sayfalarından birine yönelmek ve oradan günümüze bilgi devşirmek faydalı olacaktır kanaatindeyiz. Bu sebeple incelemeyi düşündüğümüz Hudeybiye Andlaşması, bundan sonraki satırlarda yazımızın ana mevzuunu teşkil edecektir.
HUDEYBİYE ANTLAŞMASI'NDAN GÜNÜMÜZE MESAJLAR
Hicretin üzerinden altı yıl geçmişti… Sevgili Peygamberimiz (sav) gördüğü bir rüya üzerine ashabıyla birlikte umre yapmak için Medine'den Mekke'ye giderken Hudeybiye denilen yerde konaklamışlar ve Kureyş müşriklerinin izin vermemesi üzerine umre yapamadan geri dönmek zorundan kalmışlardı. Ancak Resul-i Ekrem (sav) Efendimizin ve ashabının, anlaşma öncesi süreçte sergiledikleri kararlı ve ilkeli duruş, 628 yılı Mart ayında iki taraf arasında imzalanan bir anlaşmayla neticelenmişti.
Kur'an-ı Kerim, bu antlaşmayı, Fetih Sûresi'nin ayetlerinde "Feth-i Mübîn" ve "Nasrun Azîz" ifadeleriyle aktarır. Hz. Ebu Bekir (ra) ise bu antlaşmayı "en büyük fetih" olarak niteler. O halde bu antlaşma Allah'ın, değerli yardımıyla müslümanlara nasip ettiği açık ve net bir zaferdi… Peki, görünürde de durum bu kadar net ve açık bir zafer miydi?.. Bu soruya verilebilecek cevap "hayır" olacaktır. İşte bunun için, başta Hz. Ömer olmak üzere, Ashabı-ı Kiram'ın pek çoğu bu anlaşmanın imzalanmasından hoşnut olmamışlardı… Şimdi geliniz o günlere gidelim…
HUDEYBİYE ANTLAŞMASININ MADDELERİ
İki taraf arasında varılan anlaşma öncesinde elçi olarak Mekke'ye giden Hz. Osman'ın öldürüldüğü haberi üzerine müslümanlar "kanlarının son damlasına kadar savaşmak üzere" yemin ederek bu konuda Hz. Peygamber'e biat ettiler. Fetih Sûresinde bahsi edilen ve övülen bu biat, Mekke müşrikleri üzerinde son derece etkili oldu. Bu kararlı tutum, onların böyle bir anlaşma yapmalarında önemli bir rol oynamıştı.
Hz. Ali'nin kaleme aldığı barış antlaşması metni Hz. Peygamber ve Mekke'den gelen temsilcileri Süheyl b. Amr tarafından imzalandı. Kureyşlilerin birçok isteğinin kabul edildiği antlaşmanın belli başlı şartlarına göre:
1. Müslümanlar o yıl Mekke'ye girmeden Hudeybiye'den geri dönecekler, umre için ertesi yıl gelecek ve şehirde ancak üç gün kalabileceklerdi.
2. Mekkeli bir kimse, Müslümanların yanına kaçarsa velisinin isteği üzerine geri verilecek, fakat bir müslüman kaçarak Mekke'ye sığınırsa iade edilmeyecekti.
3. Barış on yıl sürecek; taraflardan biri bu ittifaka dahil olmayan herhangi bir kabile ile savaşa girerse diğeri pasif kalacak. İki taraf, kendi hâkimiyetleri altındaki toprakları kervanların geçişi, hac ve umre için emniyet altında tutacaktı.
4. Diğer Arap kabileleri taraflardan istedikleriyle ittifak yapabileceklerdi.
5. Bu şartlara tarafların dışında kendileriyle müttefik olan kabileler de uyacaktı.
Hz. Ömer başta olmak üzere, sahabilerin neredeyse tamamı bu maddelere itiraz ettiler ancak Resûl-i Ekrem (sav) anlaşma şartlarını kabul ettiğini söyleyince herkes ona bağlılığını bildirdi.
HUDEYBİYE ANTLAŞMASINDAN SONRA YAŞANANLAR
Bu antlaşma, İslâm tarihinde önemli bir dönüm noktasıydı. Zira o güne kadar müslümanları tanımayan, onları muhatap saymayan ve küçük gören Kureyşli müşrikler, bu antlaşma ile müslümanları kendileriyle denk bir taraf olarak kabul ettiler. Yine bu antlaşma ile Kureyşliler'in müslümanlara karşı fiilî düşmanlığı sona erdi. Hem müslümanlara hem de müşriklere savaş tehdidinden uzak bir ortamda birbirlerini daha iyi tanıma ve aralarındaki ilişkileri geliştirme imkânı verdi. O zamana kadar diğer Arap kabileleri üzerindeki itibarından faydalanarak Medine Devleti aleyhinde gerçekleştirilen her harekette başrol oynayan Kureyşliler ile yapılan bu barış, Müslümanlar ile anlaşmazlığı bulunmayan diğer Arap kabileleri üzerindeki baskının kalkmasına vesile oldu ve müslümanlarla rahatça görüşüp İslâmiyet hakkında bilgi edinmeleri onların Müslüman olmasına kapı araladı.
Bu antlaşma, İslâm dini Arap yarımadasında hızla yayılmasına da vesile oldu; öyle ki, Hudeybiye Antlaşması'ndan Mekke'nin fethine kadar geçen iki yıl içinde müslüman olanların sayısı, o güne kadar geçen on sekiz yıl içerisinde İslâmiyet'i kabul edenlerin sayısını aştı. (Geniş bilgi için bkz. Muhammed Hamidullah, TDV İslam Ansiklopedisi, Hudeybiye mad.)
Bu olumlu sonuçlar yanında yaşanan bazı olumsuzluklar da söz konusuydu. İşte bunlar, Peygamber Efendimizin (sav) müslümanlara örnek olan hayatında, "sözünde durmak"
ilkesinin ne kadar önemli olduğunun göstergesiydi bir bakıma… Bu örneklerle yazımızı tamamlamaya çalışalım.
Hudeybiye Antlaşması'nın ertesi yılı, üzerinde varılan mutabakat gereği, müslümanlar umre yapmak üzere Mekke'ye gittiklerinde şehir halkı dağlara çekildi. Resûl-i Ekrem (sav) isteseydi oradan ayrılmaz ve Mekke'yi İslâm devletine ilhak ederdi; ancak onun siyasetinde ahde vefasızlığa yer yoktu…
Yine, antlaşma yazılırken Ebû Cendel adlı bir genç İslâmiyet'i kabul ederek Mekke'den kaçıp Hudeybiye'ye gelmiş ve Peygamberimiz, ashabın pek hoşnut olmamasına rağmen antlaşma şartları uyarınca onu babası Süheyl b. Amr'a teslim etmişti. Daha sonra Ebû Basîr isimli bir kişi de Mekke'den kaçıp Hz. Peygamber'in yanına Medine'ye gelmiş, Kureyşliler antlaşma gereğince onun kendilerine iade edilmesini istemişlerdi. Resûl-i Ekrem antlaşma gereği olarak bu talebi de kabul etmişti. Gerek Ebû Cendel ve gerekse Ebû Basîr'e sabır dileyerek tesellide bulunan Peygamberimizin, altına imza attığı hususlarda verdiği sözden dönmeyişi, tüm antlaşma maddelerine hassasiyetle uymuş olması, Mekkeliler üzerinde son derece önemli bir iz bırakmıştır. İki yıllık süreç sonunda kazanan Müslümanlar olmuş, kaybedense müşrikler…
Bugün Türkiye, Barış Pınarı Harekâtı ile sınırlarında bir tehdit kaynağı olan terör unsurlarını temizlemek; toprakları elinden alınan mazlum ve mağdur o bölgenin insanlarını tekrar evlerine ve yuvalarına kavuşturmak için çıktığı seferinde Allah'ın yardımıyla bir zafer elde etmiştir. Gelinen noktada imzalanan mutabakat maddelerine –yaşanan birtakım olumsuzluklara rağmen- sadakat gösteren taraf olması, İslam Tarihindeki en büyük fetih olan "Hudeybiye Antlaşması"nın bir tekerrürü olabilir. Hudeybiye'de Müslümanlara büyük fetih ve zafer nasib eden Allah Teâlâ, iyi niyet sahibi olan ülkemize de yardımını ve desteğini esirgemeyecektir. "Hiç şüphesiz Allah, sözünden dönmez." (Al-i İmran, 9)
Prof. Dr. Mehmet Emin Ay