Tasavvufi hayatın, gündelik hayattaki pek çok uygulaması yanında şu üç prensip de özellikle dikkatleri çeker: Az yemek, az konuşmak, az uyumak. Günümüzde bu prensipleri beden ve ruh sağlığı otoriteleri de bilimsel metotlarla destekleyip çokça dile getirmekteler. Ne de olsa aklın yolu bir! Burada önemli bir nokta da çağların farklı olması. Hayatı kolaylaştırıp, bizi hızlandırdığını düşündüğümüz teknoloji ile birlikte, aslında tembel ve makinesiz hiçbir şey yapamayan konuma gelişimiz, teknolojinin bize 'nasıl fayda sağladığını' düşündürmesi gereken önemli bir mesele… Hakikaten çağ mı atladık, az bir zamanda çok iş yaptığımızı düşünerek "çok çalışkanız" mı diyelim, yoksa topraktan uzaklaştığımız müddetçe ruhen gerilemeye mi başladık? İçinde bulunduğumuz "hız ve haz çağı" bizden neleri aldı, götürdü?
Lüksün Yeni Dünyası raporuna göre dünyada "Lüks Pazarı" bir trilyon euroyu aşmış durumda ve artık bu pazarda Türkiye de hatırı sayılır bir şekilde yer alıyor.
Gerektiğince tüketmek, konuşmak ve uyumak bizi zorlamaya başladı. Çünkü her yer rekabet. "Bir kelime daha söylemezsem beni ezecekler, uyumamalıyım, çok çalışmalıyım, zira aksi takdirde zengin olamam!"… Ölçütlerimiz ve önceliklerimiz çok değişti. Tüketime odaklı günlük planlamalarımız adeta yeni yaşam tarzımız oldu. Belli bir disipline zaten giremiyoruz; çünkü disipline teslim olmak özgürlüğümüze kelepçe!.. Modernizm ve kapitalizmin "özgür ol, istediğin kadar, hatta daha fazlasını tüket, tatile gidip dinlenmek için de bütün yıl boyunca gece-gündüz çalış! İşte budur hayat, budur başarı!?" dikteleri insanları insanlıktan çıkarır bir hale geldi.
Tüketiyoruz; öylesine tüketiyoruz ki, bütün insanlık geceli gündüzlü, sürekli, çılgınca üretmek zorunda kalıyoruz. Tabiî ki daha çok tüketmek, daha konforlu yaşamak ve daha çok haz almak adına. Kapitalizm, serbest piyasa, makineleşme, teknolojik devrimler… Hepsi bizim bitmez tükenmez iştahımızı doyurmak için çabalıyor veya biz öyle zannediyoruz, zannettiriliyoruz. Bu yüzden insanlığı, insanlık tarihini de bu gözle okuyor ve tasnif ediyoruz. Bizden öncekileri ve daha uzağa gitmeden yakın geçmişimizi, dünümüzü beğenmiyoruz. Daha çok nasıl üretiriz, daha rahat nasıl yaşarız çabasının peşindeyiz ve bu çabamız bizi öyle noktalara götürüyor ki, ne olup bitenlere dönüp bakabiliyoruz, ne de bize zararı dokunmayan şeyleri ciddiye alıyoruz… Kitle iletişim araçları bizi kolayca bilgiye, habere ulaştırırken biz giderek duyarsız ve umarsız oluyoruz beyazcamın karşısında…
Modern çarka ayak uydurmakla birlikte fıtrattan da uzaklaştığımız için bunalımlarımız başlıyor. Modern insanın bunalımlarını anlatmak için şehir hayatı, yalnızlaşan insan, konfor, zevk, eğlence ve haz ile bunları elde etme arasına sıkışmış benlik gibi birçok tanımlama getirebiliriz. Fakat hiçbiri bunları anlatmaya yetmez. Her gün saatlerce reklama maruz kalıyoruz; televizyonda, sokakta, çalıştığımız masada, bilgisayarda, cep telefonumuzda, konuştuğumuz insanın giysisi üzerinde… Galiba sadece uyurken kurtulabiliyoruz… Uyanıkken zaten onlar bizi uyutuyorlar. Hepimizi, tüketen makinelere dönüştürmüş durumdalar… Tek çeşit yemek yiyen, doymadan kalkmayı bir erdem bilen insanlar bizim büyüklerimiz değiller miydi? Her şeyi makinelerin yaptığı bir çağda, bize niye bozuk bir şekil ve bozuk bir sağlık kalmasın ki!
The Boston Consulting Group'un hazırladığı "Lüksün Yeni Dünyası" raporuna göre dünyada "Lüks Pazarı" bir trilyon euro'yu aşmış durumda ve artık bu pazarda Türkiye de hatırı sayılır bir şekilde yer alıyor. Makro planda ekonomimizin gelişmesiyle, insanların alım gücünün artmasıyla açıklanamaz bu durum. Çünkü burada, lüks yaşamı olan yüzdelik bir kısmın tüketiminin, kalan diğer yüzdelik kısımdaki yoksul olanlarla arasındaki mesafe gösterilmekte. "Komşusu açken tok yatanın bizden olmadığı" bir anlayıştan böylesi bir uçuruma gelmemiz 'düştük düşeceğiz' sinyallerini veriyor. Türkiye artık yeme içmede bile küçük Amerika. Asıl fit olan büyüklerimizden, çokça tüketen obez bir nesil yetişiyor. Dünya olarak korkunç bir sona doğru gidiyoruz. İnsanoğlu eşyanın tabiatını, canlıların fıtratını, insanın insanlığını bozdukça daha büyük felaketlere uğrayacak… Her şeyi her an elde etmek için her şeyin tabiatını, zamanını ve bununla birlikte lezzetini bozmak zorunda kalacağız. Şekli, görüntüsü güzel, ama tadı ve lezzeti ortalarda görülmeyen yiyecekler ile bunları üretmek ve muhafaza etmek için kullanılan akıl almaz ilaçlar, hormonlar…
Hızlı bir devinim içerisinde olduğumuz bu çağda, peki ne yapacağız? Öncelikle tüketme çılgınlığından vazgeçeceğiz. Bir milyar aç yatanın olduğu bir dünyada tıka-basa yiyen-içen, yetmedi obez olan insanın, vicdanının hormonlu olduğuna inanıyoruz. "İktisat"ı sınırlı kaynakların sınırsız istekleri karşılamak için kullanımına indirgeyen bir zihniyeti reddederek, her nimete ve güzelliğe zamanında ve tadında sahip olmayı bir hayat tarzı haline getirmeyi; sahip olmak ve tüketmek için ihtiyaç duymayı şart olarak görüyoruz. Bu yeme-içme de olabilir, eşyaya sahip olma da olabilir. Yediğimiz içtiğimiz şeyler için ne kadar ödediğimize değil, insanlık olarak ne bedel ödediğimize bakmayı öneriyoruz.
İngiliz bir ekonomist "Zenginliğin ölçütü ne kadar paraya sahip olduğunla değil, ne kadar çok harcadığınla belli olur" demiş. Sanırım tüketmek ve gösteriş için zengin olmaya ihtiyaç yok. Zira banka kredileri ve taksit imkânları ne güne duruyor? Nohut oda bakla sofalarda yaşayan büyüklerimiz sefalet içinde miydi? Bu gösteriş merakı da nerden geliyor bize? Bize "orta yolu" emreden Hz. Peygamber'in ümmeti için, ayağı yorgandan metrelerce dışarı çıkarmak hangi zihnin ürünü? İsrafın haram, lüksün bize ters olduğunu, bunların modernizmin dayatması olduğunu acaba idrak edebilecek miyiz? Gelin, bizi tüketmeye bağımlı yapan kapitalizmin tekerine çomak sokmak için basit ve etkili bir karşı koymayla en azından şunu yapalım: İsraf etmeyelim! O zaman hayatınızdaki değişimlere sizler de şaşıracaksınız.
Bağımlı olmayın, ölçülü tüketin, sağlam kalın, sağlıklı kalın!
Prof. Dr. M. İhsan Karaman