Arama

Prof. Dr. Ömer Türker
Aralık 27, 2019
Rejim, hukuk ve ahlâk: İslamcı düşüncenin hendekleri

İslam'ın klasik döneminde rejim ve hukuk hakkında nispeten istikrarlı bir süreç oluşmuştur. Hz. Peygamber'den sonra yaşanan iç savaşlar ve özgün bir rejim geliştirme çabaları, dönemin hâkim rejimi olan sultanlığa yerini bıraktı. Müslüman âlim ve aydınlar, olağan dışı şartlar dışında rejimin türüne ilişkin bir tartışmaya girmeyerek esas itibariyle hukuk ve ahlâk tartışması yaptılar. Batılılaşma tecrübesiyle birlikte İslam dünyasının gündemine rejim tartışması da girdi. Tanzimat'tan Cumhuriyet'e kadar geçen sürede rejim sorunu yeniden siyasî düşüncenin gündemine oturdu, fakat bu kez beraberinde hukuk sorununu da taşıyarak geldi. Sanayi devrimi ve Fransız İhtilali sonrası gelişmeler, Batı'da özgürlük ve eşitliği siyasi düzenin temel değerine dönüştürmüştü. Klasik Yunan'dan beri bu değerlere, bilhassa özgürlük değerine uygun siyasî rejimin demokrasi olduğu biliniyordu. Hatta Fârâbî el-Medînetü'l-Fâzıla ve es-Siyâsetü'l-Medeniyye gibi meşhur eserlerinde özgürlüğü siyasî düzenin temel değeri kabul eden demokratik toplumları, câhil şehirler grubuna dâhil etmiştir. Dolayısıyla Sanayi Devrimi ve Fransız İhtilali sonrasında Batı'daki gelişmeler de özgürlük ve eşitlik ideallerine en elverişli siyasi düzen olarak demokratik rejimlerin kurulmasıyla neticelendi. Batı'nın hâkim medeniyet olarak müeyyide uygulama salahiyeti, Osmanlıyı da bu sorunlarla yüz yüze getirdi. Osmanlının son yüzyılı, savaşların yanı sıra siyasi yönetim ve hukukta özgürlük ve eşitlik değerlerine muvafık düzenlemeler yapmakla veya yapma çabalarıyla geçti. Cumhuriyet kurulduğunda nihayet Türkiye'de siyasî rejim ve temel değer sorunu, kökten bir Batılılaşma tercihiyle bir çözüme kavuştu.

Aslında Cumhuriyet'in kuruluş süreci, Osmanlıda rejim ve hukukun yeniden yapılandırılması sürecini yönetmeye çalışan gruplardan Batıcı olanların zaferiyle neticelendi. Özellikle dinin bireysel ve toplumsal hayatın inşasında temel referans olması gerektiğini düşünen yahut dindarlığı müesses nizam haline getirmek isteyen İslamcılar, mağlup oldular. Fakat bu mağlubiyet, rakip gruplardan birinin kazanmasından ibaret görüldüğünde yanlış anlaşılır. Zira İslamcıların mağlubiyeti, klasik müesseselerin, zaten Osmanlının son zamanlarında başlamış olan tasfiyesinin tamamlanması ve yeni bir müesses nizamın transferi demektir. Bu kökten değişim ise rejim değişimi olarak tescillenmiştir. Bu durum, İslamcı kesimin ilerleyen yıllarda cemaatleşmesine, arzuladıkları müesses nizama ulaşılması için rejim sorununu öncelemesine, toplumsal hayatı inşa eden değerler ve kurallar manzumesi olarak ahlâk ve hukuk sorununu ertelemesine yol açtı. 1930 ve 1950 arasında dinî tedrisatın kesintiye uğraması ve İslam mirasına dair müktesabatın akademik hayatın dışında kalmasıyla bu erteleme, hem iyiden iyiye perçinlendi hem de sığ, alıngan ve savunmacı düşüncenin yeşermesine yol açtı.

İlk iki durumun Türkiye'de dinin bireysel ve toplumsal hayatın kalbinde yer almasını savunanlar açısından olumlu ve olumsuz sonuçları olmuştur. Cemaatleşme, bir yandan dinî tedrisat yetersizliğini gidermeyi ve dindarların organize hareket etmesini sağlamış, diğer yandan ise sığlaşmayı, tarihe ilgisizliği ve savunmacı zihniyeti derinleştirmiştir. Bu durumun başlı başına tahlil edilmesi gerekir. Rejim sorununu önceleme, bir yandan Sünnîliğin siyasî iktidarla uyumlu hareket etme ve düzeni anarşiye tercih etme tavrı içinde kalarak protest bir tavrın inşasına imkân vermiş, diğer yandan ise siyasî düşüncenin gelişmesine ket vurmuştur. Zira sadece Türkiye'de değil, genel olarak İslam dünyasında rejim sorunu, hilafet kavramı ekseninde tartışılmıştır. Bu tartışmalar, maalesef bizzat İslam geleneğinin tecrübesini dahi ıskalayarak oldukça sınırlı bir uygulama olan dört halife devrini siyasî tefekkürün merkezine yerleştirmiştir. Öyle ki bu bakış açısı, Emevîlerden Osmanlılara kadar Müslümanların kurduğu bütün sultanlıkların meşruluğunu tartışmalı hale getirmiştir. Bu durumun, Türkiye'de ümmetçiliğin gizli parçası olan yumuşak Türk milliyetçiliğiyle kısmen dengelendiği söylenebilir. Fakat neredeyse hiçbir ciddi siyasi tahlil içermeyen ve sadece günümüz siyasi düşüncesinin değil, İslam siyaset düşüncesi eserlerindeki derinliğin de çok uzağından bulunan hilafet tartışmaları, kavram ve mesele fakirliğine müncer olmuş ve siyasi körlüğü beslemiştir. Özellikle Arap dünyasında Filistin sorunu etrafındaki tartışmaların, cihat, hilafet ve rejim tartışması olarak Türkiye'ye yansıması, zaman sapmasına mekân sapmasını da eklemiştir. Oysa rejim sorunu, özellikle Avrupa'nın inşa ettiği yeni nizamın vazgeçilmezliğini perçinlemek için derinleştirdiği ve siyasî idealleri diri tutmanın zeminine yerleştirdiği sorunlardan biridir. Gerçekte adalet ve hikmet gibi İslam'ın klasik döneminin siyasi idealleri, rejimle ilgili mülahazalardan ziyade hukuk ve toplumsal düzenin inşasıyla ilgili mülahazalara bağlıdır. Gerçekten de tarih boyunca insanlığın büyük kazanımlarının neredeyse tamamı, demokratik yönetimlerde değil, sultanlıklarda elde edilmiştir. İster sultanlık ister demokrasi olsun bilimlerin ve sanatların gelişmesi, uygun bir siyasi ve toplumsal vasata ihtiyaç duyar. Uygun vasatı temin eden şey ise yönetim tarzının kendisini de görece önemsizleştiren güçlü bir hukukî düzendir.

Güçlü hukuk, bireysel ve toplumsal hayata kök salmış güçlü bir ahlâka ihtiyaç duyar. Bilhassa süreçleri ve yetkinlikleri açısından iyi tanımlanmış bir meslek ahlâkının olmadığı toplumda haklıyı haksızdan ayırt edebilecek ve insanların geleceğe ilişkin umutlarını diri tutmasına zemin oluşturacak bir hukuk tesisi mümkün değildir. Bu sebeple hukuka ve ahlâka yeterli derecede ilgi göstermemek, insana dair ilgiyi de zayıflatır ve tam da modernleşmenin tuzaklarına düşmeye zemin hazırlar. Muhtemelen cemaatlerin veya genel olarak kendisini dindar gören kesimlerin, İslam düşünce mirasıyla irtibatının bu denli zayıf olmasının temel sebeplerinden biri de budur. Zira insanî olana ilgisizlik, medenî olanla irtibat zafiyetini doğurmaktadır. Topkapı Sarayı'ndaki Adalet Kulesi'nin de gösterdiği üzere İslam'ın klasik döneminin en büyük siyasî ideali, adalettir. Bütün siyasî erdemler adalet kavramında özetlenir. Lakin adalet hakkında şimdiye kadar birkaç İslam düşünürünün görüşlerinin tasvirinden öte hiçbir ciddi eser yazılmamıştır. Çünkü çağdaş Müslümanlar, henüz, adaletin müesses bir nizamın temel ahlâkî ve siyasî değeri yapıldığında nasıl bir toplumsal düzen kurulacağını ve bu düzenin içinde yaşadığımız dünyada bizim için ne anlam ifade ettiğini yeterince merak etmemektedir.

Prof. Dr. Ömer Türker

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN