Ülke içi meseleler o kadar baskıcı ve boğucu ve de milletin büyük bir kesimi hele de idamlarla kan ağlar hale getirilip susturulurken, dış dünyada da bizim genç dimağlarımızı derinden sarsan hadiseler cereyan ediyor, dünya çapında gelişmeler oluyordu.
Bunlardan birkaçını buraya aktarmaya çalışayım…
Dünya, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Amerikan (kapitalist) ve Sovyet Rusya (komünist) emperyalizmleri arasında bölüşülmüştü, âdeta... Halbuki savaşın başında Hitler Almanyası ile Stalin Rusyası anlaşmıştı. 25 Ağustos 1939 günü yapılan gizli antlaşmaya göre, Avrupa'nın iki taraf (Almanya ve Sovyet Rusya) arasında nasıl taksim edileceği ve özellikle Doğu Avrupa ülkelerinin Sovyet Rusya'ya bırakılacağı kararlaştırılmıştı. Nitekim 1 Eylül 1939 günü Almanya'nın Polonya'ya saldırmasıyla başlayan 2. Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında bu antlaşmaya göre hareket edilmişken, 1941 yılı sonunda, Alman Orduları ânî bir kararla ve yıldırım hızıyla Rusya'ya da saldırınca, Stalin de saf değiştirmiş ve Hitler'in karşısındaki devletler arasından yer alıp, dünyanın ilk komünist rejimi, kapitalizmin bayraktarı olan Amerika'nın himayesine girmişti.
Ama ilginçtir, Stalin Sovyet Rusyası, savaş müttefik ordularının zaferiyle sonuçlanınca, 'aslan payı'nı tek başına Amerika'ya bırakmayacağını gösterdi ve Polonya, Litvanya, Letonya, Estonya, Çekoslovakya, Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk, Yugoslavya, Macaristan gibi Doğu Avrupa ülkelerinde oluşturup var gücüyle desteklediği 'mahallî komünist partiler' aracılığıyla o ülkelerin idarelerine el koydu. İdeolojik olarak da hepsinin başında Sovyet Rusya geliyordu.
Böylece, Rusya ve yuttuğu Doğu Avrupa ile Batı arasına da, -o zamanki ünlü İngiltere başbakanı Winston Churchill'in deyimiyle - bir 'Demir Perde' çekilmiş, kapitalist ve komünist emperyalizm sistemleri arasında, propaganda yoluyla karşı tarafı yıpratmaya dayalı yeni ve korkunç bir savaş şekli olarak 'Soğuk Savaş' başlamıştı. Artık karşı tarafta olanlar propaganda yoluyla, sadece düşman insanlardan oluşmuyorlar, daha da ötesi, korkunç vahşi ve canavar tipler olarak algılanıyorlar ve her iki taraf da birbirini, dünyanın huzur bulabilmesi için yok edilmesi gereken toplumlar olarak görüyorlardı.
*
Gerçi, 1955'de Endonezya lideri Ahmed Sukarno, Hindistan lideri Jawaharlal Pandit Nehru, hemen bütün Arap Dünyasını derinden etkileyen Mısır lideri Albay Cemal Abdunnâsır ve (komünist bir rejim kurmasına rağmen, Sovyet Rusya'nın liderliğini kabul etmeyen) Yugoslavya lideri Mareşal Joseph Broz Tito öncülüğünde ilk toplantısını Endonezya'nın Bandung şehrinde yapan Bağlantısız Ülkeler Teşkilatı da kurulup harekete 3. Dünya olarak meydana çıkmış ve irili-ufaklı onlarca devlet de bu teşkilat içinde yer almıştı, ama bu 3. Blok, dünya siyasetinde etkili olamamış ve 3. Dünyalı olmak, bir bakıma zayıflığı ifade eder hale gelmişti. Ama, yine de bazı ülkeler için bir umut ışığıydı, bu 3. Dünya ve Bağlantısız Ülkeler Hareketi...
*
Bu arada, NATO dışında başka Savunma Paktları da oluşuyordu. Komünist ülkeler arası bir Savunma Paktı olarak 'Warshow (Varşova) Paktı' NATO'yla güç yarışındaydı.
Ama bir de başka paktlar oluşturuluyordu. Meselâ Bağdat Paktı…
Hele de 1958 Temmuzunda Irak'ta meydana gelen ve Osmanlı'nın çökertilişinden beri, ülkeyi 40 yıldır İngilizler adına yönetmiş olan - ve daha önce de değinildiği üzere- eski bir Osmanlı Paşası olan- Sadrâzam Nurî Said Paşa ile 14-15 yaşındaki Irak Kralı Faysal ve onun yerine iktidarı fiilen kullanan amcası Veliahd Abdulillah ve Kral Ailesi'nin hemen tamamının, 'Saray'ın has adamı' olduğuna inanılan General Abdulkerim Qaasım liderliğinde gerçekleşen ihtilalle öldürülmesiyle sonuçlanan dehşet verici gelişmelerden sonra Bağdad Paktı tarihe karışmış, o, 'Merkezî Savunma Paktı' mânâsına gelen İngilizce kelimelerin ilk harflerinden oluşan CENTO adıyla yeni bir Ortak Savunma Paktı'na dönüştürülmüştü. Ancak, Irak bu pakttan çıktıktan sonra, geride Türkiye, İran ve Pakistan kalıyordu. Ama CENTO'da asıl karar verici olan iki üye vardı: Birleşik Amerika ve İngiltere!
Bu son iki devletin, bu bölge ülkeleri arasında ne işi vardı?
Ama sonra anlıyorduk ki, onlar bu bölge ülkelerinin arasında değil, başındaydılar.
Ve Amerika'yı sevmemiz gerektiği her vesileyle telkin ediliyordu. Hatta Amerika'dan buğday gelmese, aç kalacağımız söylenirdi.
Türkiye'nin nüfusu 24 ile 27 milyona doğru ilerliyordu. Ürettiği buğday ülkeye yetmiyordu. Bugün ülkemizde turist ve sığınmacılarla birlikte sayarsak, 90 milyona yakın insan yaşıyor ve ürettiğimiz buğday yetiyor da artıyor bile.
Bu vesileyle bir anekdot…
İkinci Dünya Savaşı'nda (savaşın galibi olan) Müttefik Ordularının başkomutanı olan ve 1952-60 arasında 8 yıl Başkanlık yapan General D. Eisenhover –Aralık 59'du galiba- Ankara'ya gelmişti.
Biz öğrenciler de mânâsını bile tam olarak bilmeden: "I love you IKE! (Seni seviyorum IKE!)" diye bağırttırılıyorduk. (O, Amerika'da kısaca IKE / Ayk diye anılıyormuş.)
Dünya o zamanlar Amerika ile Sovyet Rusya arasında 'Batı ve Doğu' diye iki kutuplu haldeydi ve Türkiye şimdi de olduğu gibi, yine Batı Kulübü'ndeydi.
Amerika deyince sadece Amerika Birleşik Devletleri'ni biliyor ve tanıyorduk.
*
Bu arada, 1960'ların başından itibaren Orta ve Güney Afrika'da yağmur sonu mantarları gibi, irili-ufaklı onlarca bağımsız devlet oluşuyordu. Bunların başında Nkrumah liderliğinde Gana, Ebubekr Bello liderliğinde Nijerya, Yomo Kenyatta liderliğinde Kenya, Nelson Mandela liderliğindeki Güney Afrika, Patrice Lumumba liderliğinde Kongo, Abdi Diof liderliğinde Senegal, Nyerere liderliğinde Tanzania, Ferhad Abbas liderliğinde Cezayir gibi ülkeler geliyordu. Ama asırlarca en zalimane usullerle sömürdükleri bu coğrafyalardan çekilen Portekiz, Belçika, Fransa ve İngiltere gibi ülkeler geride uzun ve kanlı iç savaşları ve yeni bölünmeleri gerçekleştirecek adamlarını veya kadrolarını bırakmaya daha bir özen gösteriyorlardı. Nitekim Kongo'da, bekledikleri tabloyu oluşturamayacaklarını görünce, devreye USA emperyalizmi de girecek ve Lumumba, CIA ajanları eliyle kaçırılıp bir uçağa bindirilecek ve sonra da öldürülecek, onun yerine Çombe denen bir cinayetkâr yerli kukla getirilecek ve çetin ve kanlı iç boğuşmalardan sonra da Kongo ülkesi 2-3 parçaya bölünecekti.
Afrika'daki bu sosyal çalkantılarla biz de pek bilmediğimiz 'Siyah Afrika'yı tanımaya başlayacaktık. Ama elimizde çok az malzeme vardı. Matbuat ise, emperial odaklardan gelen ve onların bakışına göre değerlendirilmiş mücadelelerden, ilkel yerlilerin acımasız ve vahşî silahlı mücadelelerinden söz ediyordu.
Ama o günkü Afrikalı bağımsızlık liderlerinin hemen her birisinden dinlenebilen bir çarpıcı söz vardı:
'Siyah Pelerinli Beyaz Adam'lar geldi, elimize İncil diye bir kitap tutuşturdular; onu okutup, dua ettirdiler.. Sonra, gördük ki, kitap bizim elimizde, ülkemiz ise, onların elinde...'
Bu, aslında sadece Afrika için böyle değildi. Dünyanın başka yerlerinde de böyleydi. Hele de Orta ve Güney Amerika'da… Ve de Hind-i Çin'de… (Çin Hindi'nde…)
'Hind-i Çin' de neresi olur diyebilir şimdiki nesiller...
Vietnam!
Vietnam ve civarına, bugünkü Laos, Tayland, Singapur, Kamboçya ve Birmanya /Burma/Siyam (veya bugünkü adiyle Miyanmar) vs. gibi ülkelere bütünüyle Hind-i Çin deniliyordu. Ve oralarda önce Fransa emperyalizmi cirit atıyordu. Ama oradan çekilince meydana gelen boşluğu Amerikan emperyalizmi doldurmaya başlamıştı. Çin de komünistlerin eline geçince, tabiatıyla ideolojik açıdan kendisine daha yakın olanları destekledi ve yıllar süren kanlı savaşlar oldu.
*
USA emperyalizmi'nin Vietnam Savaşı en kanlı şekliyle devam ediyor, yüzbinlerce sivil insan da eriyordu. Amerika da 55 bin kadar asker kaybetmişti. Bizim toplum, iki supergüç arasındaki güç denemesinde, 'Hür Dünya Lideri' diye yaldızlanan Amerika tarafındaydı, tabiatıyla…
Vietnam Savaşı'ndan dünyaya yansıyan korkunç fotoğraflara bile bakarken, Amerikan kamuoyunun yaklaşımına göre sempati veya antipati oluşuyordu, bizim toplumumuzda bile…
*
Ama, 1964'de Roma Olimpiyatlarında Ağır Sıklet Olimpiyat şampiyonu olun Cassius Clay isimli bir 'siyahî' Amerikalı sporcu, 'Şimdi açıklıyorum, ben artık Cassius Clay değil Muhammed Ali'yim, ben Müslümanım ve bu inançla şampiyon oldum.' deyince, bütün dünya hayretler içinde kalmış ve Müslüman dünyası ise ilk kez olarak boks sporuna da sırf Muhammed Ali sebebiyle yakın ilgi duymaya başlamıştı.
Muhammed Ali, Amerika'da askere alınmak istendiğinde, 'Beni Vietnam'a gönderecekler. Ben Vietnam'da savaşmam, çünkü oradaki savaş benim savaşım değil. İki tarafı da beni inancım açısından yanında yer alamayacağım bir savaş. Benim inancıma ve ülkeme saldırılmadıkça ben bir Müslüman olarak savaşmam.' gibi sözler söylediğinde bile, bizim toplumumuz, konulara Muhammed Ali kadar ölçülü bir yaklaşım sergileyemiyordu. Muhammed Ali, o savaşa katılmadığı için, şampiyonluk unvanı yıllarca elinden alındı, boks karşılaşmaları yapması yasaklandı, ve uzun yıllar, yüz binlerce- milyonlarca Vietnamlının yok olmasına sebep olan Vietnam Savaşı, ancak 1971'de Nixon zamanında barış antlaşmasıyla noktalanınca Ali yeniden ringlerde fırtınalar estirmeye devam edebildi.
Vietnam Savaşı'nın Amerika'ya verdiği zarar da dile getirilmiştir ama daha da ilginç olan, giderek yükselen protestolar karşısında, Amerikan Başkanı Johnson'un, 1967 yılında, 'Unutmayalım ki, Vietnam Savaşı sâyesinde Amerikan ekonomisi, yüzde 70'lik bir atâlete düşmekten kurtulmuştur!' şeklindeki sözleri daha bir pragmatist acı gerçeklik örneğiydi.
Ve savaş, 1971 yılında, Nixon zamanında sona eriyordu.
Selahaddin E. Çakırgil