Buraya kadar özellikle son yüzyılımızın acı gelişmeleri, yaşanan büyük içtimaî travmalar üzerinde uzun uzun durulmaya çalışıldı. Bu faciaların hemen tamamı da 'dine ve millete ve de Padişah'a bağlılık' yeminleri ve söylemleri etrafında şekillenmiştir. Bu yeminler sadece birkaç kişiye mahsus değildir. Şimdi de bütün yüksek dereceli kamu yöneticileri ve parlamenterler de, ilkel topluluklara mahsus uygulamaları çağrıştıran şekilde Anayasa'ya dercolunan ve bir siyasetçi kişinin ilkelerine bağlı kalınacağına dair yeminler yapmıyorlar mı?
Bu hatırlatmayı niye mi yapıyoruz?
Bizim son 100 yılımızı şekillendirdiği için.
Padişah'a bağlılık yeminleri, daha sonraki dönemde, başkalarına bağlılık yeminlerine ve hattâ başkalarının onların ölülerine ve onların duygu-düşünce, ilke ve eylemlerine bağlılık yeminine de dönüştürülecektir.
Bir örnek olarak, Sultan Vahiduddin'in çok geniş yetkilerle donatarak, -sadece 9. Ordu'daki askerî birlikler üzerinde değil-, 9. Ordu bölgesindeki bütün mülkî erkân üzerine de müfettiş olarak gönderdiği Mustafa Kemal, 23 Temmuz 1919'da, Erzurum Kongresi'nin açılışında yaptığı konuşmanın son sözlerini şöyle bağlamıştı:
'En son olarak niyazım şudur ki, Cenâb-ı Vâcib-ul-Vucûd Hazretleri, Habib-i Ekrem hürmetine, bu mübarek vatanın sahib ve müdafii ve Diyânet-i celile-i Ahmediye'nin ilâ-yevm-il-qıyâmeh, hâris-i astakı olan millet-i necîbemizi, Makâm-ı Saltanat ve Hılâfet-i Kübrâ yı masûn ve mukadddesâtımızı düşünmekle mükellef olan hey'etimizi muvaffak buyursun..'
(Yeni nesillerin anlamakta zorlanacağını düşünerek, yine de sadeleştirelim: ' En son yakarışım şudur ki, Allah'u Teâlâ Hazretleri, Sevgili Peygamberi hürmetine, bu mübarek vatanın sahib ve savunucusu olan yüce Diyanet-i Muhammediye'nin Qıyâmet'e kadar koruyucusu olan necîb milletimizi ve Saltanat ve yüce Hılâfet makamını korusun ve mukaddesatımızı düşünmekle mükellef olan hey'etimizi muvaffak eylesin!')
Eski Bitlis Valisi olup, 'Erzurum Kongresi'nin kâtibi' olarak bütün konuşmaları kaydeden Mazhar Muf'îd (Kansu) , 'Erzurum'dan Ölümüne kadar Atatürk'le beraber..' isimli kitabında (Sh.85)'de yazdığına göre, M. Kemal'in bu sözlerini yadırgamış ve akşam olunca, Paşa'ya,
- Paşam konuşmanızı müftü efendinin duası gibi bitirdiniz' dedim. Bu biçimde konuşmamı hoş gördüğü için sadece güldü ve;
- Amacını anlıyorum, anlıyorum, ama, şimdi vazifemiz halkı, vatanı ve esir Padişahı kurtarmaya çalıştığımıza inandırmaktan ibarettir dedi ve ekledi:
-Zamanında hiçbir şeyi kaçırmamak ve zamansız hiçbir şeye uzaktan yakından kalkışmamak başlıca dikkatimizi oluşturmalıdır..'
(Nitekim, Nutuk'ta da, M. Kemal, yakın silah ve çalışma arkadaşlarıyla yollarının ayrılışını, -önceden açıklamayıp, içinde gizlice, sır olarak taşıdığı emellere varmak isterken onlarla ayrı düşmesini- şöyle anlatır, -Hıfzı Veldet'in sadeleştirdiği şekliyle-:
'Ulusal savaşa birlikte başlayan yolculardan kimileri, (…) bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet yasalarına değin uzanan gelişmelerinde, kendi düşünce ve ruh yapılarının kavrama sınırı bittikçe bana direnmeye ve karşı çıkmaya başlamışlardır.
Bu son sözlerimi özetlemek gerekirse diyebilirim ki, ben, ulusun vicdanında ve geleceğinde sezdiğim büyük gelişme yeteneğini, bir ulusal giz gibi vicdanımda taşıyarak, yavaş yavaş bütün toplumumuza uygulatmak zorundaydım.'
(Bu vesileyle belirtelim ki, Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, 1975'lerde, TRT televizyonundaki bir tartışma programında, -(ki, TRT arşivlerinde mevcuddur)-, 'Yani, Millete yalan mı söyledi, demek istiyorsunuz?. Evet, yalan söyledi, iyi de yaptı.. Yoksa, başımıza Said-i Nursî gibiler C. Başkanı olurdu..' demişti.)
*
Yine ekliyelim ki, Kâzım Karabekir Paşa da İslâmî ağırlıklı konuşmaları ve törenleri hoş karşılamıyordu. Nitekim, 'İstiklal Savaşımız' isimli eserinde (Sh. 627'de), 23 Nisan 1920 Cuma günü, Hacı Bayram'da kılınan Cuma namazı ve ondan sonra, (Ulus'daki eski) Meclis binasına, tekbîrler ve gözyaşları arasında ve Anadolu temsilcilerinin, yolun iki tarafından yükseltilen Kur'an'lar altından geçirilerek gelmelerini ve Meclis'in de ilk celsesinin Kur'an-ı Kerîm okunarak açılışını yadırgadığını şöyle ifade etmektedir: 'Tarihimizde bu kadar bağnaz bir dinî törenle hiç bir Meclis açılmamıştır. Fetvâları takib eden bu büyük törenlerin, acaba yer yer başlayan ayaklanmalara karşı bir sigorta mı olacağı düşünüldü? Ne olursa olsun, Millî Meclis'in ilk gününde inançla bağnazlığı ayırmak daha ihtiyatlı olurdu. Yani, ne Cuma gününü seçmeye, ne de bu kadar şamataya gerek vardı! Güzel bir dua da iyi bir etki yapabilirdi. Gösterilen bu bağnazlığın arkası getirilemeyeceğinden, ters etkisi daha tehlikeli olabilir..'
*
O günlerde sadece Rusya'dan Anadolu'daki mücadele için silah ve diğer yardımları almaya çalışan ve bu yüzden hattâ Ankara'daki mâlûm kadrolarca 'Bolşevik' olmakla suçlanan/ suçlatılan Enver Paşa değil; M. Kemal ve arkadaşları da , emperyalist işgalci dünya tarafından 'bolşevik ve dinsiz olmak'la suçlanıyordu.
Nitekim, bu yöndeki kaygıları Rauf Bey de, ('Uluğ İğdemir- 'Heyet-i Temsiliye Tutanakları', Sh. 13'de), Rauf Bey'in, 'Aksi takdirde aleyhimizde İstanbul'daki Padişah ve Hılâfet aleyhdarlığı ve Cumhuriyet ve Bolşeviklik propagandaları yapılacaktır..' diye dile getiriyordu.
Nitekim, New York Times'in 11 Mart 1919 tarihli sayısında, '…Türkler, Bolşevizm'in iktisadî, sosyal ve siyasî doktrininden ve pratiğinden bir şey anlamazlar. Fakat, Bolşevizm'i (…) yalnızca bir yağma ve katliâm biçimi olarak kabul edersek, bu işlerde yüzyılların tecrübesine sahib Türklerin, Bolşevizm'i kolaylıkla benimseyeceklerini söyleyebiliriz.' (Osman Ulagay, 'Amerikan Basınında Türk Kurtuluş Savaşı' Sh. 44)
*
Bu konuda, 'Garb Cebhesi Kumandanlığı'ndan alınıp, Moskova'ya Ankara'daki Meclis'in sefiri / elçisi olarak gönderilen Ali Fuad (Cebesoy) Paşa da ('Millî Mücadele Hâtıraları', Sh.450'de) şöyle demektedir: '1. Dünya Savaşı'nın siyasetini yöneten ve o sıralarda yurt dışında bulunan İttihad ve Terakki Partisi ileri gelenlerinin, Anadolu'daki ulusalcılara haber vermeden Bolşeviklerle birlikte emperyalizme karşı hazırlamaya çalıştıkları direniş yuvaları da, Batı'nın Türk bağımsızlığına olan düşmanlığını sertleştirmişti.'
*
'Hılâfet bütün Müslümanların konusudur,
Türkiye tek başına yetkili değildir' diyen bir M. Kemal ve sonrası...
Ama, o sırada, Karabekir'le M. Kemal arasındaki konuşmalarında, halkın inanç hassasiyetini göze alarak, inanç motiflerine çok fazla vurgu yapılmasından dolayı bir görüş ayrılığı açığa çıkmaktadır. Şöyle ki, M. Kemal, '-18 Ocak 1923, İzmit konuşmasında- Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, kutsal şeriat hükümlerinden ibaret olan danışma/ (meşveret), adâlet ve devlete itaat esasına uygun olarak oluşmuştur. Türkiye devleti için Halifelik söz konusu değildir. Bu kanaat, ancak İslâm dünyası dikkate alındığı zaman geçerli olabilir. Çünkü, Halifelik makamı yalnızca Türk'e değil, Yüce İslâm dünyasına aiddir… Bu İslâm dünyası, bugün tutsak bulunduğu için Halifelik sorununu çözüp bir temele oturtacak düzeye ulaşıncaya kadar, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Halifelik makamını bir ümid noktası olarak saklayacaktır.' derken Aynı M. Kemal'in -22 Ocak 1923'de Bursa'da-, 'Halifelik yalnız Türkiye halkını değil, bütün İslam dünyasının kapsadığı için, bu makam hakkında bir karar vermek Türk Milleti'nin yetkisi dışındadır..' şeklindeki sözleri üzerine, 'O akşam, Mustafa Kemal Paşa, bugünkü açıklamalarını nasıl bulduğumu sordu. Ben de kendilerine olan samimî bağlılığım kadar kendilerinden aynı karşılığı görmeme dayanarak düşüncemi söyleyeceğimi' bildirdim ve dedim ki: 'Dünya işlerini câmilere soktuğumuzun acısını çektiğimiz yetmez mi Paşam? Ulusal işlerimizi neden câmilere sokuyoruz? Ve neden siz Başkumandan olduğunuz halde, din'le, Hılâfet'le bir din adamı gibi ve hattâ daha ileri giderek uğraşıyorsunuz? Aydınlarımız haklı olarak bu gidişi iyi görmeyeceği gibi bu yol zâten tehlikelidir.
(…) Din, vicdan kanaatidir, tartışmaya gelmez. Bilimle yetişmiş bizlerin ve hele sizin bunu ele almanızı kesinlikle doğru bulmuyorum.(…) '(Uğur Mumcu, Kâzım Karabekir Anlatıyor, Sh.57-62), diyen ve M. Kemal'in o dönemdeki hemen bütün konuşmalarında da İslâmî ıstılahları bolca kullanarak yaptığı konuşmalara itiraz eden ve 'Hâkimiyet-i Milliye' gazetesinde yayınlanan ve İzmir İktisad Kongresi'nde de, savunduğu görüşlerde daha da ileri gidip, 'Eğitim ve öğretimde birlik 'tevhid-i tedrisat' gereklidir. Okullarımızın her biri, diğerinden çok farklıdır. İlköğretimde birlik sağlanmalıdır. Eski usûl mektebler, medreseler bulunmamalıdır. Dilimiz ve kitaplarımız Arab ve Acem kılığından kurtarılmalıdır..' (Uğur Mumcu'nun sadeleştirmesiyle, Kazım Karabekir Anlatıyor, Sh.54-) diye karşı çıkan Karabekir Paşa, sonra da ektiklerinin acı sonucunu almaya başlayınca, 10 Temmuz 1923'de, M. Kemal Paşa'nın, Ankara İstasyonu'ndaki Özel Kalem binasında kendisiyle yaptığı söyleşiyi -hayretler içinde kalarak- aktarır:
- Dini ve ahlâkı olanlar aç kalmaya mahkûmdurlar, dediler.
Kendisini Halifelik ve sultanlık makamına lâyık gören, bu konularda girişimlerde bulunan, din ve nâmustan yana türlü sözler söyleyen, hattâ hutbe okuyan (…)Mustafa Kemal Paşa, benim hayretle baktığımı görünce şu açıklamayı yaptı:
- Dini ve nâmusu olanlar kazanamazlar, yoksul kalmaları kaçınılmazdır. Böyle kimselerle ülke zenginleştirilemez. Onun için önce din ve nâmus anlayışını kaldırmalıyız. Partiyi, bunu kabul edenlerle güçlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Böylece kalkınma kolay ve çabuk olur. (…)'
Gazi'ye şu düşüncemi söyledim:
- Nereden, ne maksadla geldiği bilinmeyen ve üzerinde kendi ulusal gücümüzle çalışılmayan düşünceler, ulusal yapımızı sarsar. Tanzimat'ın da böyle kurbanı olduk. Bizi kuvvetle çözemeyenler, yaldızlı formüllerle özümüzü eritebilirler. Savaşarak kazandığımızı, daha doğrusu Avrupalılara aldanmakla elimizden kaçırdığımızı onlar çok iyi bilir. (…) Yeniden aldanmamak biricik yoldur. (…)'
Mustafa Kemal Paşa:
- Dinî ve ahlâkî devrim yapmadan önce bir şey yapmak doğru değildir. Bunu da ancak bu ilkeyi kabul edebilecek genç insanlarla yapabiliriz
Ben:
- Dinsiz ve ahlâksız bir ulusa bu dünyada yaşama hakkı olmadığını tarih gösteriyor. Paşam, bu inanç, bizi Bolşevizm'e götürür. İngilizler ateş-kes'in (mütareke'nin) ilk zamanlarında bizi Bolşevikliğe özendiriyorlardı. Demek ki, bizi başka yoldan yine oraya sürmek istiyorlar. Bunun anlamı açıktır: Türkiye'yi Ruslarla paylaşmak!.
Bu konuda Erzurum'da da aynı düşüncemi açıkladığımı, daha önce de Amasya kararınıza mâni olmuş bulunduğumu hatırlarsınız. Sonra siz Meclis kürsüsünden haykırdınız: 'Barıştan sonra millet safları içine çekilerek bir millet bireyi gibi yaşayacağım.'
Oysa şimdi, halkın asla hoşuna gitmeyecek ve benim bile ucunu bir uçurum gördüğüm bir çözümü halka kabul ettirecek bir yönetim kurmaya gidiyorsunuz. Bunu yapmayınız. Ulusal birliğimiz sarsılır; bir asalak tabaka halkın başına geçer, kanını emer. (…)'
Gazi beni sükûnetle dinledi. Tartışmayı uzatmadı. Anladık ki, yeni bir çevre onu yeni bir havaya çekmek istiyor.(…)
Din konusunda çıkan tartışmaların Mustafa Kemal'den adım adım uzaklaştırdığı Doğu Cebhesi Komutanı, Bolşevikliğn de din karşıtı düşünce sahiplerinin de İngilizlerce kışkırtıldığı kanısındadır.
Karabekir bir gün Ankara Garı'ndaki Özel Kalem Müdürlüğü'ne girdiğinde Tevfik Rüştü (Aras) Bey 'Ben düşüncemi Meclis kürsünden de haykırırım, kimseden kokmam..' diye konuşmaktadır. Karabekir sorar:
- Nedir o düşünce?
Mahmud Esad (Bozkurt) yanıt verir:
- İslamlığın ilerlemeye engel olduğu düşüncesi.. İslâm kaldıkça yüzümüze kimsenin bakmayacağı düşüncesi..
Karabekir anılarının bu bölümünde, 'Mustafa Kemal Paşa'yı bu sefer de kimlerin nerelere götürmek istediği görülüyordu..' yorumunu yapmaktadır. Söyleşi başlamıştır: Karabekir, İslamlığın gelişmeye engel olduğu yolundaki düşüncelerin Avrupalı diplomatlar tarafından ortaya atıldığını belirtir. (…)
Tartışmaya katılan Fethi Okyar, Karabekir'in, 'hükmeden, yukarıdan bakan bir edâ' diye tanımladığı şekilde şunları söyler:
- Evet Karabekir.. Türkler İslâmlığı kabul ettikleri için böyle geri kaldılar, İslâm kaldıkça da bu halde mahkûmlar!
Karabekir bu tartışmanın nasıl sonuçlandığını anılarında şöyle anlatır:
- Gazi başkanlık yerinde, Fethi Bey onun solundaydı. Ben de kapıdan girince hemen onun soluna oturmuştum.
Fethi Bey, son olarak bana kesin cevap vermeyince ben de başımı sağa çevirerek Gazi'ye seslenmeye başladım:
- Önce İslam dinini kabul edip Bizans İmparatorluğu'nun ortadan kaldırarak bugünkü egemen durumu kazandığımızı, bu olmasaydı, Bizans uygarlığı ve dini içinde Kayseri Rumları halinde kalacağımızı anlattım. Sonra da:
- Bu bayağı düşünceyi kesinlikle reddederim.(…) Bu 'İslâmlık ilerlemeye engeldir' düşüncesini de bir depremin doğru gerekçelerini araştırmayıp, onu gülünç bir nedene bağlamak kadar tuhaf buluyorum.(…)
Ben de iddia ediyorum ki, Türk Milleti ne dinsiz olur, ne Hristiyan olur.. (…) Böyle bir şeye kalkışmak, ülkemizde kanlı bir baskıyla, zorbalıkla başlar, İstiklal Savaşı'nın samimî birliğini de birbirine katar. (…)
Sözlerimi, Mustafa Kemal Paşa'ya seslenerek sürdürdüm:
'- Paşam, maddî yanımız zâten güçsüzdür. Güvenebileceğimiz yanımızı da düşmanlarımızın yaldızlı propagandasına kurban edersek, dayanabilecek nemiz kalır? Bizi silah kuvvetiyle parçalayamayan düşmanlarımız, görüyorum ki, artık düşünce kuvvetiyle yok edeceklerdir. Siz millete karşı bizi bu hâle getiren baş belâsının baskıcı, zorba, keyfî bir yönetim olduğunu, zaferden sonra milletin iradesine tam sahib olarak yürüyeceğini, Meclis kürsüsünden de defalarca haykırdınız. Millet Meclis'ni tekbirler ve salâlar arasında açtınız. İslamlığın büyük bir din olduğunu hutbelerle duyurdunuz. Şimdi ne yüzle ve ne hakla bir kanlı maceraya atılacağız?' (U. Mumcu, Kâzım Karabekir Anlatıyor, Sh.72-73).
*
Bu tartışmada ilgi çeken bir husus da, Müslüman halkımızın, insanca ve şerefli bir hayat yaşamak için gerekirse, şerefli bir ölümü göze almak kararlılığıyla girdiği mücadelenin devam ettiği sırada, perde gerisinde bir takım kişiler millete karşı açıkça söyleyemedikleri gizli ihanetlerini böyle dile getirirken...
Enver Paşa ise, üstelik de Moskova'da, Bolşevik Devrimi'ni yapanlardan bile gizlemeksizin, hedefinin, emperyalizmin çizmeleri altında ezilmek durumuna düşen müslüman halkları kurtarmak idealini açıkça dile getiriyordu.
Nitekim, Enver Paşa'nın Moskova'ya gitmeden önce Cemal Paşa'ya, tarih ve günü belirsiz, 1919 tarihli ve 'Kardeşim efendim...' diye başlayan 'Kardeşin Ali' imzalı mektubunda, 'Moskova'ya uçacağını 'Bolşevik arkadaşlarla muhaverede bulunulduğu ve her türlü muaveneti kabul ettikleri' bildiriliyor ve 'İnşaallah varırız..' dedikten sonra şöyle devam ediyordu:
'Şimdilik umûmî fikrim:
- İslâm milletlerinin kurtarılması,
- Hedefimiz müştereken, Avrupa emperyalist kapitalizmi olduğuna göre, sosyalistlerle teşrik-i mesaî..
- Kurtarılan memleketlerin, idare-i dahiliyesinde (içişlerinde) esasât-ı diniyeye dokunmamak şartı ile sosyalizm prensiplerini kabul..
- İslâm'ın kurtuluşu için, ihtilâl de dâhil olmak üzere , bütün tazyik vasıtalarının kullanılması..
- Bu hususta, İslâm'dan gayri, mahkûm milletlerle de teşrik-i mesaî,
- İslâm câmiası içinde her unsurun inkişafına müsaade etmek..
İşte şimdilik bu. Bakalım, vaziyetin inkişafına göre nasıl hareket etmek lâzım gelecek? Seni vaziyetten daima haberdar ederim. Bu hususta gelecekte, beraber çalışmak hakkındaki vaadini de hiç unutmayacağım. Eğer esas itibariyle bu fikirde müşterek isek, muhitimizde şimdiden böyle çalışalım.. Ve bu hususta mütalâan varsa, (Doktor) Nâzım vasıtasıyla yaz..' (Ş. Süreyya, C.3- sh. 493)
Enver Paşa'dan duyulan korkunun yersiz olmadığı burada dile getirilen görüşlerden de anlaşılıyor.
(Devam ederiz inşallah.)
Selahaddin Eş Çakırgil