(1) Sonuc olarak, ânı algılamakla kalan, 'benliğ'ini yaşar. Geçmişi ve şimdisiyle hayatı bütünlük hâlinde idrâk edense, 'benimlik'li kemâle ermiş kişidir. Öyleyse, 'benimlik' özbilincini taşıyan kâmil kişi, 'İklîm, coğrafya ile topografya şartları amansızlaştıkları ölçüde gerek bireysel gerekse toplumsal düzlemlerde insanlararası ilişkiler, geçmişte, gerginleşip çetinleşmişlerdir. Zorlu şartlarla baş etmenin tarihte bulunmuş en başarılı yolu devlet şeklinde teşkilâtlanmak olmuştur. Yerşekilleri ile iklîm şartları bakımından yeryüzünün zorlu yörelerine baktığımızda, oralarda yaşayan toplumların devlet çatısı altında teşkilâtlanma irâdeleri ile kâbiliyetlerinin yüksek derecelere ulaştıklarını görüyoruz. Gelgelelim buradan hareketle, meselâ az önce eleştirdiğimiz 'mekanik belirlenimcilik' çeşidinden acele bir sonuç çıkarmamamız lâzım. Zirâ insandan bahis açıldığında, her daim istisnâî durumlarla karşılılaşılabileceği hususu göz önünde tutulmalıdır. Yeryüzünün en zorlu mıntıkalarında yaşar İnuitler/Eskimolar sözgelişi, tarihleri boyunca devletleşmemişlerdir. Marx'ın 'altyapı' dediği, iklîm, topografya, canlı (organique) ile canlı-olmayan (inorganique) coğrafya etkenleri ile şartları bireyi de toplumu da etkilemekle birlikte, topyekûn belirlemezler. Birey ile toplumu açıklama bâbında, az önce sıralanmış şartlar, Leibniz'in ilkeleri uyarınca, 'zorunlu neden'[i] addolunabilmekle berâber, 'yeterli neden' değildir. Hâl böyle olunca, bireyi de toplumu da 'mekanik bilim'i taklîde heveslenen 'sosyoloji', 'psikoloji' cinsinden araştırma-inceleme alanlarının çerçevesine indirgeyerek açıklamağa yeltenmek, insan gerçekliğinin tahrîfi demektir.
(2) Bilim canlı-olmayan taşı, toprağı, suyu, madeni; gök cisimlerini; canlının, bu arada beşerin fizyolojisini, metabolismalarını; atom ile atomaltı tâneciklerini ve bunların hareketlerini açıklayıp matematik ifâdelerle mantıkca düzgün biçimde dile getirmeğe muktedirdir. Buna karşılık, manevî ve maddî bütünlüğünde insanı ve onun eseri olan kültürü matematik destekli bilim açıklayamıyor. Nihâyet onun maddî-beşerî cephesinin açıklanabilmesine mukâbil manevî ciheti anlaşılmağa muhtaçtır. Manevî cihete esâs olan dinî-ruhî arkaplanlı bireydir. Bilim cüzü ve özeli inceleyemez. Genellemek zorundadır. Oysa insanın tekliği kadar, toplumluluğu da bireyseldir. Her toplumun kendine has özellikleriyle bireylilik vasfını taşır. Bu sebeple gerek bütün bireyleri gerekse tekmil toplumları kapsayacak genellikte ne birey ne de toplum yasaları ortaya koyulabilir.
Beşer-insan bütünlüğünün beşer yakasını açıklamak, daha önce de bildirildiği üzre, uzvî-dirimsel özellikler ve işleyişlerle donanmış canlı olan beşerin kurucu unsurları ile yapıtaşlarına ayrıştırmağı -çözümleme- gerektiriyor. Şu var ki, karşı karşıya kaldığımız tek yönlü yoldur: Çözümlemeden birleştirime/ senteze dönülemez. Çözümlemeyle ulaşılan parça biçimler -uzuv/organ, doku, hücre ile hücrealtı uzuvcuklar (organelle)ile işleyişlerden gerisin geriye, yanî kendiliğinden hareket eden bütünlüğe somut hâlinde ulaşılamaz. Çünkü canlı-olmayanın tersine, canlı, kendini oluşturan parçaların bütünlüğünden daha fazla bir şeydir. O bütün hesapları allak bullak eden şeyse, 'nefs'tir. İşte. Ruhî-nefsî etken, uzuvluluk ile bedenlilik üstündeki ağırlığını arttırdığı oranda insan-olma, beşerliliğin önüne geçer. İnsanolma, beşerliliğe ağır basması süreci, 'erginleşme'dir.4 Erginleşmenin son aşamalarında duran, daha önce birçok kere belirtildiği üzre, 'kâmil insan'dır.
Erginleşme sürecinde birey düzleminde en üst basamakta, nasıl, 'kâmil insan'ı buluyorsak, benzer gelişmeye kültürde de rasgeliyoruz. Erginleşmişliğin en üst seviyesinde bulunan, kemâle ermiş kültürdür. Böylesi, bağımsız bilgeleşmiş bir kültür, felsefîleşmiş bir medeniyetin mensûbudur.
Kemâle ermiş kişi yahut kültür, ne çeşitten bir resim sunar?
Dünyaya gelişten bulunulan ilerilemiş yaşa değin yaşama ile hayat bütünlüğü çerçevesinde yaşanılmışlıkların tümü 'ömür'dür. Ömür boyu edinilmiş tecrübelerden benzer olanların oluşturdukları kümeler, yaşantılardır. Bunların üstüne katlanıp (Fr reflexion) onlardan gereken dersi çıkarıp ibret alan, böylece kendini tanıma fırsatını yakalayan kâmil kişi, imkânlarının idrâki ile ödevinin bilincinde yaşar. Kâmil kişide, geçmiş; kültürdeyse, tarih, en dikkate değer boyuttur: "Atalarını say ki, oğulların (çocukların) da seni saysın!" vecîz düstûrunda ifâdesini bulan boyut.
İmdi, geçmişini unutan birey ile tarihinden kopan toplum, 'beşer' olarak yaşasa bile, 'insanlık' bağlamında, artık, ölüdür.
Kemâle eren bireyde ve kültürde en göz alıcı husus, onun kendine mahsûs özellikleriyle temâyüz etmesidir. Böyle kimseler de toplumlar da başkalarından rahatca ayırdedilebilinirler. Bu çeşit şahsiyetler, 'kara budun'a, yanî kitleye, avâma karışarak silikleşip buharlaşmazlar. Ruh soyluluklarının damgasını hayatlarına basılmış buluruz. İzzetinefs sâhibidirler. Muhlistirler.
Kâmil kişinin göze çarpan görünümü, bir yanda kibirden, öbür taraftan da hafîfmeşreplik ile geçici heveslerden uzak duruşu ile davranışıdır. Güvenilir kimsedir. Ciddî ve vakarlıdır. Bu dünya hayatının her ân sona erebişeceğinin sallantıya yer bırakmaz ayıklığını gözler önüne serer. Hiçbir dünya varlığına sığınmaz, tapmaz kararlılığıyla yalnızlığını yaşar. Varoluş endîşesini durmadan dinlenmeden gönlünde ve vicdânında duyar. Hayatı asla comedie olarak duyma hafifliğine kapılmaz; kendisine o, hep bir drame gibi görünür. Bu bakımdan küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetinin yaymağa çabaladığı 'çağdaş yaşama' insana zuldur, zulümdür; o, ancak hayvanîleşen beşer için yaşanmağa layıktır.
(3) yaşama'sını, demekki türe dayalı temel-kalıtsal biçimlerini, genetik ile fizyolojik işleyişlerini bireyoluşunda (ontogenetique) hazır bulmasına karşılık, 'hayat'ını tek başına inşâa etmek, şu durumda ömrü boyunca her tepkisi ile tavrını, hâl ile hareket tarzlarını kendisi kararlaştırmak zorundadır. Nitekim 'hayat'ı itibâriyle insan, anne rahminden çıkıp dünyaya adım attığı zamandan başlayarak son soluğunu verdiği âna değin, 'kökten yalnızlığ'ı[ii] yaşar. 'Yaşama'ya tâbî madde - dirim esâslı 'beşer'e indirgemek sûretiyle, 'hayat' süren manevî arkalı 'insan', 'kökten yalnızlığ'ından kurtarılamaz. Tersine, beşerliliğe indirgenmek sûretiyle kökten yalnızlığından kurtulamayacağı duygusu kökleşen insan, tragique varlık hâlini alır. Tragique durumdan çıkışın iki yolu var: Bunlardan birincisi, Çağdaş küresel İngiliz-Yahudî medeniyetinin gerçekleştirmeğe çaba harcadığı 'insan - beşer' denkleminden 'insan'ı 'köküyle sapıyla' çıkarıp silmek -mekanik yahut biyotik robotların imâli-; ikincisiyse, 'insan' vechesinin, alabildiğine vurgulanmasıyla, 'beşer' cephesinin önüne ve üstüne yerleştirilmesidir. O vechesiyle insan, 'âlem tekâmülü'nün nihâî gâyesi kılınmış ve görevlendirilip kutsanmıştır. 'Beşerliliğ'iyle yaratılmış olan bu varlık, kendisine üflenen Solukla Allahın Ruhundan pay almıştır. Allah Soluğunun insandaki tezâhürü Akıl-Gönül tümlüğüdür ki, buna 'maneviyât' diyoruz. 'Maneviyât'ını duyumlayan 'vicdân'lıdır. Öyle olanın ise, 'kökten yalnızlığ'ı giderilme yolundadır.
Maneviyâtın akıl tarafına, özellikle biçimselleştirilmiş -akılyürütme ile gidimli düşünme- vechesine bihakkın vakıf olan 'dâhî'dir. Bunun da ötesinde, akıl - gönül tümlüğünün, demekki maneviyâtının bütün hazînesine mâlik bulunan Allah dostu 'velî'dir. İlki, 'üstünbeşer' ('fevkalbeşer'); öbürüyse 'Rahmanî insan'dır. Üstünbeşerlerden kimisinin, 'filosof-bilimadamı' saflarından çıktığı görülür. Filosof-bilimadamı, akılyürütme yahut gidimli düşünme ve deney yoluyla aracısız, dolaysız edinilen sezgi verisini işleyerek bilgi üretme çabasındadır. Rahmanî insan hâriç, bütün insanlar gibi, filosof-bilimadamı da dünyayı yatay bakış açısından görür, gözlemler. Yatay bakış açısında olaylar sıralı bir düzende ard arda olagelirler. Olayların sıralı düzende ard arda cereyân etmeleri keyfiyetine insanlık âleminde 'tarih', fizik-biyotik dünyadaysa, 'evrim' denilir. Tarih maddî ve manevî özellik taşır. Bu sebeple insanın araştırılmasının maddî olduğu kadar manevî boyutunun bulunması elzemdir. Manevî boyutu dikkate alan bir inceleme ile araştırma doğrultusuysa, bilime konu kılınamaz. Bundan dolayı söz konusu yeni doğrultunun, antropoloji, yanî 'insanbilim' yerine 'antropohistoria', demekki 'insanaraştırması' olması zorunludur. 'İnsanaraştırması'nın nesnesi 'beşer', genetiğiyle, fizyolojisiyle, topografyası ve canlılar coğrafyasıyla mekanik-analitik ve nedensel yöntemlerle ele alınıp açıklanırken; konusu 'insan'a gelince; o, gerek bireysel gerekse toplumsal konumunda iktisâdî üreteciliği ve tüketiciliğiyle, siyâsî yapılandırıcılığıyla, âdilliği ve zulmüyle, şairliğiyle, teatralliğiyle, imâlâtcılığıyla, inşâacılığıyla, mûsîkî ve matematik-bilim yaratıcılığıyla, güzellik ile çirkinlik duyuşlarıyla, muhabbetiyle, nefretiyle, öfkesiyle, öç dürtüsüyle, kıskanışıyla, sevişmesi ve aşık olmasıyla anlaşılmalıdır. Bu 'anlama' etkinliği, 'sezgi'nin yanısıra, nasıl - neden - niçin sorularını cevaplamağı hedef bilen ve çözümlemeyi/analizi dışta bırakmayan 'açıklama' tarzları ve tavırlarıyla kavrayıcı, kapsayıcı biçimde ele alınmalıdır.
(4) Anlaşılacağı üzre, 'anlama' çabasında 'tarih', 'edebiyat' ile 'ilahiyât' merkezî önem taşımaktadırlar. Buradan hareketle 'insanaraştırması', özellikle 'ilahiyât', 'mantık', 'tarih', 'edebiyat' ile 'biyoloji' takviyeli genişletilmiş bir 'yaşama felsefesi'ni önümüze sermekte olup hareket noktası, '"Sorun Nedir?" üst sorusu'dur. Cevap, "Sorun, İnsandır". O hâlde '"Sorun Nedir?" üst sorusu'nun altında yer alan özgül soru, "İnsan Nedir?"dir. Bu soruyu tüketesiye cevaplamak imkânsızdır. Yine de, soruya doğru yaklaşım, yolun yarısıdır.
'İnsanaraştırması'nı dikkatinin merkezi kılan yeni bir felsefe-bilim sistemi, maddî-mekanik süreçliliğin yerine, merkeze 'yaşama' esâslı 'hayat'ı koyacaktır. 'Yaşama', ân be ân olup biten süreçtir. Onu oluş ânında tesbit edip incelemek gerekir. Buna karşılık 'hayat', yaşanan değil, yaşanmışın hatırlanıp anlatılmasıdır. Yaşanmışın hatırlanıp anlatılmasıysa, bireyseldir. Yaşamanın yaşanılanıysa, yaşayanlara ortaktır. O hâlde, 'insanca yaşanılan'ın, 'insanca yaşayanlar'a ortak payda kılınması, bir 'biofizik-psikososyal olay'dır. Birey düzleminde kişinin, teemmül-tefekkür yoluyla 'yaşanılan'ı 'yaşaması'ysa, 'hayat'tır. İmdi, belirtilen yapısı ve anlamıyla 'hayat', 'transsendental olay' olup insana mahsûs bir 'öznel genellik'tir. Geçmişte edinilip 'dimâğ'da işlenmiş tecrübenin ışığında ânda yaşanılan 'öznel genellik', 'beşer'i olduğu kadar, öteki cümle canlıları da 'nesnel genellik' çerçevesinde kucaklar. Buradan da maddi-bedeni olanın, maneviyâtın kapsamında bulunduğu görülür. Şu durumda 'insanaraştırması', iki düşünme, inceleme ile araştırma alanına temellenmelidir. Bahsettiğimiz iki alandan biri 'dinaraştırmaları' (theologie), ötekisi de maddeci-mekanikci-positivci Yeniçağ Avrupa felsefe-bilim çizgisinin mekanik olanı değil de, organik temellere dayalı 'dirimbilim'/'biyoloji'dir. Şu durumda sözünü ettiğimiz, 'din-dirimbilim' (theologico-biologique) arkalı bir 'insanaraştırması' olmalıdır.
(5) Sözlü-kavramlı dille düşündükleri üstüne katlanarak düşünemeyen öteki canlıların tersine, bunu becerebilen insan, metafizik-transsendental; dahası, biricik, eşsiz 'transsendental varlık'tır. Şu durumda gerek birey gerekse toplum düzlemlerinde onu ele alması lazım gelen, bir 'transsendental araştırma disiplini'dir. O 'transsendental araştırma tavrı'na da 'insanaraştırması' diyoruz.
Bir transsendental araştırma tavrı olan insanaraştırmasının konusu, 'geçmiş'ten edinilmiş malzemeyle 'şimdi'sini; buradan da hareketle 'geleceğ'ini inşâa eden 'benim' özbilincine sâhip 'insan'dır. O, iki katlı birleştirimli/sentetik yapı özelliğini gösterir. Birinci katta 'geçmiş' ile 'şimdi'nin; ikincideyse, birincide oluşmuş 'ben' birleştirimi/sentezi ile yaşanılan toplum-doğa çevresinin bütünleşmesi meydana gelir. Sonuçta ortaya, gönlünde işittiği seslenişin nereden geldiğini bilen topyekûn (total) bütünlüklü 'benim' özbilincine erişmiş insan çıkacaktır. O, artık, içindeki 'hitâb'ın menşeinden habersiz 'ben beşeri insan'ın yaşadığı 'varlıkca kökten yarılmış (schizoıde) yalnızlık'tan kurtulmuş olur. Matematik arkalı çözümlemeci mekanik bilimden tamamıyla farklı insanaraştırması, 'benim özbilinçli halis insan'ın bütüncül tavırlı ilmidir. Böyle bir 'araştırma-inceleme tavrı' yeni bir dünyagörüşünün de 'ebe'si olacak: Dini-manevi esâslı İnsancılık (Humanisme).
(6) Dini-manevi esâslı İnsancı dünyagörüşünün iki vechesi var: Biri, belirtildiği üzre, dini-manevi, öbürüyse bilimseldir. İkincisi, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile onu izleyen Çağdaş İngiliz-Yahudi medeniyetlerinin, kendisinden hareket ettikleri maddeci-mekanikci-positivci-dindışı dünyagörüşüyle yoğrulmuş matematik ifâdeli fiziğin karşıtı uzvi/organik esâslı dirimbilim/biyolojidir. Matematik ifâdeli nedenselci mekanik-fizikte gâye etkeni yasaklanırken, matematiğin elvermeyip de anlama-anlatma anlatımının devreye girdiği mıntıkada dirimbilim, gâyeli açıklama tarzıyla da iş görür. Böylesi bir bilim anlayışı insanın beşer gerçekliğiyle uyuşur.
(7) Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, uzvi/organik asıllı insanı hem uzvi esâsından hem de manevi-olma hassasından uzaklaştırmağa çaba harcamıştır. Onaltıncı yüzyılın ikinci yarısından itibâren başgösterdiğini gördüğümüz İnsancılık, bu yüzden mekanik beşer anlayışına sâhiptir. Öyle bir İnsancılığın tasavvur ve temsil ettiği, Allah yaratığı ve rahîm mahreçli insan olmayıp imâlâthâne yahut laboratuvar ürünü beşerdir. Daha doğrusu, imâlâthâne yahut laboratuvar çıkışlı olan, beşer de değildir artık; robottur. O hâlde Yeniçağ Batı Avrupa ile Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetlerinin İnsancılıktan kasıtları, haddizâtında robotculuktur.
Robota dönüştürülmüş beşer-insanın örneğini Yirminci yüzyıl boyunca dünya çapında gördük. Robot, esirden, köleden, hattâ delî ile serhoştan özce farklıdır. Esirlikte, mahkûmlukta, kölelik ile hastalıkta kişinin kısmen yahut, en kötü durumda, tamamıyla yoksun kaldığı, serbestliktir. Böyle olanın kişiliği de ona bağlı gelişen kimliği de az yahut çok zedelenmiştir. Yine de bilinci kısmen yahut tamamıyla yerindedir. Bilinci yerli yerinde olan, hürdür. Hür olan, istediğince davranamasa da, irâde sâhibidir. İsteme ile irâdenin ayırımını daha önce yapmıştık.
(8) Anlamlandırarak bilmek, bilme yetisinin yüklediği ödevi yerine getirmek, insanın varolma nedenidir. Bu nedeni insan, ret yahut inkâr ettiğinde, yaratılma gâyesine aykırı tavır almış olur.
Âlem, anlamlandırılmağa koşulmuş varlıktır. Ancak, insan bireyinin kendisi de bu bütünlüğe dâhildir. Varlığı nasıl anlamlandırmamız gerektiğine ilişkin nirengi noktalarını, kerterizleri, ölçüleri, Allah, tebliğinde yalvaçlarına bildirmiş, onlar da bildirilenleri ümmetlerine doğrudan yahut dolaylı ilân etmişlerdir. Allah elçilerinin ilân ettikleri nirengi noktalarını, verilmiş ölçüler çerçevesinde tutarlı düşünce bütünlüklerine ulaştıran, yanî sistem kuran insan yetisi akıldır. Filosofun ödevi, özellikle aklı işletmek ve onun kılavuzluğunda tebliğ edilen ile tecrübeyi bağdaştırmaktır. Tebliğ edilen ile hayat tecrübesinin, demekki yaşantının imtizâcından filosof, ahlâk felsefesini; yalıtılmış tecrübe demek olan deney destekli bilgi binâlarıyla da bilimi inşâa eder. Bu iki ana yapının birlikte vucut verdiği düşünce bütünü felsefe-bilim sistemidir. Felsefe-bilim sistemi, şu hâlde anlamlandırıp bilme varlığı insanın en son, en üst, en yetkin anlamlandırma- bilme yapısıdır. Mezkûr yapılanmayla anlamlanma-anlamlandırma-bilme imkânı son haddine dek kullanılmış olur. Anlamlanma-anlamlandırma-bilme imkânının kuvveden fiile intikâli, anlamlanabilirin anlamlandıranca anlamlandırılması; bilinebilirin bilebilence bilinmesidir. Böylece âlem ilim olur. Âlem, daire biçimindeyse, onu kapatmak, sonlandırmak mümkün değil. Günümüzün bilimadamı gibi, onu kapatabileceğini, sonlandıracağını sanan, kibirlidir. Buysa, felsefe-bilim sistem yapılanmasının en üst katı olan metafizik ilminin zıttıdır. Bahsettiğimiz yapılanmanın gerek bilim gerekse ilim katlarının dayandıkları sütunsa, tevâzudur.
İlimin taşıyıcısı âlimdir. O, bilendir; bilgisinin de sorumluluğunu idrâk etmiş olandır. Sorumluluğunun idrâkinde olmak, edinilmiş ilmin, âlem kaynaklı olduğunu unutmamaktır. Bunu unutmamaksa, İlkönceki ahde sâdık kalmaktır. Söz konusu ayırımın biricik devindiricisi eğitimdir. Böyle bir eğitimin düzenlenişini sağlayan siyâsî nizâm, meşrûudur, insanîdir ve Yirminci yüzyılda yaşanmış fâciaların tekrarından alıkoyacaktır.
[i] Leibniz, 'zorunlu neden'e 'verilmiş', 'sunulmuş sebep' anlamında "rationem reddere" (kelimesi kelimesine tercüme edersek, "hak vermek") diyor. 'Zorunlu neden'in tâlî önemi var. Asıl olan 'yeterli neden'dir ("ratio sufficiens"="yeterli sebep"). Leibniz'e kalırsa, "sebepsiz bir şey varolmaz. Varolmak için bütün gerekli şartlar gerçekleşmedikce bir şey varolmaz" ("nihil est sine causa, quia nihil est sine omnibus ad existendum requisitus" —"Catena mirabilium" Ak. VI,2,483; ayrıca bkz: Juan A. Nicolas: "Razon, Verdad y Libertad en G.W.Leibniz", 75.s.
Fizik doğada bir şeyi varolduran, onun 'neden'idir (GeçL causa). Fizik doğada vukûu bulan 'neden'i metafizik düzlemde akıl işlemlerine tâbî tutmak sûretiyle elde edilen fikrî (Fr ideel) değer ise, 'sebep'tir (GeçL ratio).
[ii] Jose Ortega y Gasset'in deyişiyle "... la vida es soledad, radical soledad..." —bkz: "En Torno a Galileo", 99. s.