- Varlık özüne nüfuz ediş yolculuğunda mola verilen birkaç durak bulunur. İlki, yakın geçmişin[i] zihinde canlandırılması; bilâhare daha geniş çerçeveye geçilir;[ii] saha büyütülür: Beşerlilikten hareketle hayvanla, giderek canlılarla kurulan benzerlik ile farlılıklar; canlı-olmayanlarla —atomaltı, atom, molekül, maddî ve energik yapılanmalarla— oluşturulan bağlar; ve son durak 'varolanlığım'ın (cevher) nihâî menşei 'varlık aslım' (zât).[iii]
- Martin Heidegger'e göre, millî toplumculuk, manevî cıhazlanma yoluyla insanı varlık özünü yeniden keşfe teşvik eder, hattâ zorlar. Varoluşuna (Alm das Dasein) konu olan varolanlık (Alm das Daseiende) aslını esâsını maneviyât kudreti (Alm die Geisteskraft) sâyesinde varlıkta (Alm das Sein) bulgulayan birey, mensûbu olduğu toplumda hakkaniyet ile adâleti tesis eder. Maneviyâtının özünü, demek ki aklın hâkimiyetini kavrayıp yaşayan kişi, bilinci tam olan (Alm im vollen Bewufltsein) varlıktır. Yine Heidegger'e bakılırsa, bu hakikata erişebilmiş iki milletten bahsedilebilinir: Yunanlılar ile Almanlar. Birincilere bahsi geçen hakıkat logosken, ötekiler için Geisttır. Kendilerinden türedikleri dil unsurları ve manâ içerikleri bakımından logos ile Geist tıpatıp olmamakla birlikte, birinin, öbürünün yerini tutmasında beis yoktur. Logosa oranla Geist bizim 'maneviyât'a daha yakın görünmektedir. Zirâ 'maneviyât'ın, 'akl'a (Y ho nous), 'ruh'a (Y to pneuma), 'nefs' (Y hepsükhe) ile 'edeb'e (Y ta ethe) atfı var.[iv]
- (a) Logosu keşfedip gündeme sokan Miletli Herakleitos olup onu kuyumcu titizliğiyle işleyip baştâcı kılansa Eflâtun'dur. İki bin küsur yıl sonra Geist kılığı altında logosu insanın özü olduğunu ilânen tebliğ eden Georg Wilhelm Friedrich Hegel'dir.
- İnsanlığın dört kalburüstü keşfi veya icâdı olmuştur: Yaklaşık yetmişinci binde Afrika'da ateş yakma becerisinin kazanılması; yazının 3200'lerde Sümer'de icâdı; M.Ö. beşinci yüzyıl İyonyası ile Atinasında logosun bulgulanması; 1730'ların İngilteresinde sanayinin vücuda getirilmesi.
- Maneviyâtla mücehhez insan olmayaydı evren, iddiamızı genişletelim, âlem olmayacaktı. Varolan olarak bulunabilirlerdi. Algılanıp idrâk olunmadıktan sonra, ister bulunsun, ister bulunmasın, ne yazar? Görünürlüğü (Yfainomenon) çözümleyip anlayan maneviyât olup onun irdeleme ile kavrama gücüne konu olan görünürlük 'değer' taşır. Kuvveyi fiile dönüştüren kudret 'maneviyât' ve bunun gölgesinde yaşayan 'akıl'dır. Sonuçta görünürlüğün bilkuvve 'değer'ini maneviyât akıl yoluyla anlamlandırır. 'Anlamlandırma—anlamlandırılma tümlüğü'yse, 'âlem'dir. Bunun görünmez duyulmaz, sırf duyusuz düşünülebilir kısmazamı hakikat olup kalan görünür—duyulur kesimi gerçekliktir. Gerçekliğin maddî—fizikî tümü tamamıysa evrendir. Şu durumda âlemihakikat, evren ile gerçekliğin zarfı; evren ile gerçeklik, âlemihakıkatın mazrufudur. Hakikat olan âlem, hakıkatları barındırır. Âlemihakikatın barındırdığı varlık hakikatlarına Eflâtun, idea demiştir. Peki, bahsettiğimiz muazzam manzara resmini nerede nasıl görüyoruz? Son çözümlemede duyularımızdan bağımsızca düşünüyor, fehmediyoruz; ardından dile döküyoruz. İdeanın akıldaki yankısı—yansıması 'kavram' (Y eikona), gerçeklik evrenindeki yansısıysa 'görünürlük'tür (Yfainomenon). Ucu bucağı belirsiz denize benzer, 'varlık' mesâbesindeki idea ile bunun gerçeklikteki 'damla'sı mesâbesindeki görünür 'varolan' arasında köprü görevini gören 'kavram,' zihinde 'düşünce' biçiminde tecessüm eder. Bu, ne demek? Ufukta bellibelirsiz görünen gemi misâli, kavram da, akılda henüz has ve hâlis şekline bürünmüş hâliyle temâyüz etmez. Bunun için duyuların dış dünyadan kaptığı, algınınsa taşıyagetirdiği görünürlükle zihinde buluşup evlenmesi gerekir. İşte bu evrede 'kavram'ın duyu—duyguyla içerikleşerek dile getirilen kısmı 'düşünce'dir. Renksiz, biçimi akılda tam temâyüz etmemiş kavramın kendisinin tersine, onun düşünce türevi, barındırdığı duygu yüküyle, tekâbül ettiği görünürlüğün şeklini, rengini zihinde açıkca canlandırır. Peki, manastırda çile çeken keşiş misâli, akılda ilelebet bekâr kalan kavram var mı, olur mu? Var. Dinî—ahlâkî ile metafizik—mantık—matematik ideal kavramlar böyledirler. Duyu—duygu yükünden tamamıyla ârî olup hayâl ile tasavvur edilebilirlikleri yoktur. Bu yüzden de olağanüstü zor kavranabilip pek az müstesnâ kişinin fehmine nasib olabilirler.
Görünürlük varolandadır. Bunun görünmesi, görünüme çıkması anlamlandırma etkinliğini ateşler. 'Anlamlandırma gücü'ne mâlik 'özne' karşısında 'bilkuvve—değer—taşır—şey' 'varolandır. Şu durumda varolan, değeri açıklanmış, demekki anlamlandırılmış şeydir.
(ç) Duyulur, görülür gerçeklik dünyası yolsuz, karanlık, korkutucu ormanı andırır. Zirâ gerçeklik dünyasında, başkaca dendikte, bildiğimiz kadarıyla, evrende maneviyâtla donanmış biricik akıl varlığı insanın yokluğunda, varolanlara içkin değer açığa çıkmaz, sonuçta da anlamlanamaz. Kısacası, insansız dünya anlamsızdır. Karanlığı aydınlatan, aklın anlamlandırma, dolayısıyla da bilgi oluşturma gücü ile etkinliğidir. Orman benzetmesinde Heidegger buna 'kayran' (Alm Lichtung) der. Kayran, maktalarda[v] (Alm Holzwege) yürürken önümüze çıkıveren ağaçsız aydınlık meydancıktır.
Anlamlandırma silsilesinin son zirvesi, 'varolma'nın kendisinden fışkırdığı 'varlık' pınarının keşfidir. Heidegger'in söylemediği veya, en azından, seçikce bildirmediği hayatî önem arzeden bir hususa burada işaret edelim: Metafiziğin ilahiyatla, demekki felsefenin dinle buluştuğu tek nokta, varolmanın varlıktan neşet ettiği inancıdır. Bu inanç, metafizikte aksiyom, ilahiyattaysa imândır. Söz konusu iman yahut aksiyom uyarınca varlık önce, varolma sonradır. Lakin tanrıtanımaz varoluşcular, bahsi geçen sıralamayı reddeder; 'varlığın', 'varolma'yla birlikte vucut bulduğunu; ikincinin ortadan kalkışıyla birincinin de sonlanacağını öne sürerler. Esinini Yunandan kapmış, edebî kişiliklerini de konuşturarak ziyadesiyle çarpıcı, dokunaklı ifadelerle, biçimsiz varolan olarak insanın dünyaya düştüğünden; sonuçta —nasıl oluyorsa artık!— özünü kendisinin biçimlediğinden dem vururlar.
- İlkin varlık, ardısıra varolma denklemini Eflâtun üstadımıza borçluyuz. İşte bu anlamda, dinin tacı mistiklik ile felsefe-bilimin beyni metafiziğin ortak menbaı konumunda olup cümle halefleri yahut takipcileri, Alfred North Whitehead\n da deyişiyle, Üstadımıza 'dipnot'[vi] mesabesinde kalmışlardır. Varlık, metafizik hakıkat aleminin gayrımenkulüdür. Buna karşılık, varolma ve onda vucut bulan varolan, gerçeklik dünyasının malıdır. Bu metafizik—mistik görüntüyü tersyüz edecek Karl Marx'tır.[vii] Temelde emek süreci 'varolma'dır. Emeğiyle insan, varolur. Emeğiyle varolan insan, peyderpey 'varlığ'ını inşâ eder. Şu durumda birey mesâbesinde, 'varolma' alt~, 'varlık'sa üstyapıdır.
4- İşte, Martin Heidegger'in görüşünce, âlemin ve parçası evrenin zihnî—fikrî manzara resmini dimâğında çıkarıp canlandırarak paha biçilmez mücevher değerindeki maneviyât ülkesini keşfeden, bunu da insanlığa armağan eden iki mümtâz kavmin yahut milletin dâhîsinden bahsolunabilir: Biri Yunan, öbürüyse Alman bilgesi ile metafizikcisidir. Bu ikisinden Yunanlı artık sırrakadem basmış olduğundan,[viii] kalan Almana nadir bitki ihtimamını göstermek insanlığın boynunun borcu olmalıymış. Peki, tarihte böyle olağanüstü dönüşümü ve buna bağlı olarak gelişimi, demek ki aklı, bunun dışında hiçbir mercii, mürâcaat mevkiine koymadan, maneviyâta esâslanmış, sırf akıl buyruğunda yürüyen bir sistem kurumunu, demek ki mantığıyla, metafiziği ve fiziğiyle felsefe-bilimi meydana getirme mucizevî başarısını gösteren dâhîleri bağrından çıkarmış söz konusu iki kavim, muhtac oldukları kudreti nereden almış olabilirler; damarlarındaki asil kandan mı yoksa Tanrı inâyetinden mi sorusunu Heidegger'e yöneltsek, cevabı ne olurdu? Hani, evvelemirde "Tanrı inâyeti" demeyeceği pek açık. Tanrıya inanıp inanmadığı belli değil de ondan. O tarafı muğlâk. Muhtemeldir ki, hattâ kuvvetli bir ihtimâl, bilinmezci (Fr agnostique) olduğu. O hâlde geriye "damarlarındaki asil kandan geliyor" yânî ırk mülâhazasımı kalıyor? Açıkca bildirmiyor. Edeb ediyor, kaçınıyor. Kavrayışımıza bırakmış. Ancak âşikâr olan şu: Mezkûr mucizevî buluşu, yânî logos ile Geistın keşfini gerek gündeme getirenlerin gerekse buna dayanarak felsefe-bilimi inşâ edenlerin yeri doldurulamaz. Onlara On Sekizinci yüzyıldan başlayarak karşıkutub olma iddiasını güden İngiliz 'iktisadiyâtcılık'/ economisme ile ondokuzuncu yüzyıl 'ruhiyâtcılık'/psychologisme çığırları, çağımızın nice zavallı bir hâle düşürüldüğünü ziyâdesiyle gözler önüne sermiyor mu?
(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Hayatın Anatomisi – Canlılar Bilimi Felsefesi – Evrim ve Ötesi' isimli kitabından alıntılanmıştır.)
Prof. Dr. Ş. Teoman Duralı
[i] Kandaşlık: Ebeveynin, ailenin, akrabanın, akrabaitaallukâtın, oymağın, obanın, boyun ...
[ii] Ülküdaşlık: Dindaşlık, yurtdaşlık, vatandaşlık, milliyet, nihâyet insanlık.
[iii] Zât: Cevherin de özü; varolan birey cevherinin gerisin geriye esâslandığı varlık —başka bir deyişle de, tür cevheri. Olayca görünürlüğü bulunmadığından, algılanmaz. Akılda fehmedilerek idrâk olunur. Değiştirildiğinde kavramı farklılaşır. Algılanan, bir tek, cevherin, dolayısıyla zâtın arazlarıdır. Sözgelişi 'üçgen'in zâtı üç taraflı 'çokgenlilik'tir. Üçgen bir sanat eseri yahut heykel ortaya koyulduğunu farzedelim. Rengi, maddesi, malzemesi türdeşlerinden farklıdır. Şekilleri, renkleri, malzemeleri nice farklı olursa olsun, her üçgen, üç yanlı çokgendir. İmdi her varolan bireyin kendini başkalarından ayırmamızı olabilir kılan özellikler, yânî arazlar taşır. Buna karşılık zâtı evrenseldir —bkz: Ricardo Garcia Damborenea: "Falacia de Accidente", 5. s.; "Diccionario de Falacias"ta.
[iv] Bkz: Martin Heidegger: "Sein undZeit", 2. Bölüm, (§ 54 — 60); ayrıca bkz: Martin Heidegger: "Sein und Zeit", IV. Kısım, (§ 25 — 27); ve bkz: Ek 20; ayrıca bkz: Jose Pablo Feinmann: "La Sombra de Heidegger" 34. — 35. ve 43. — 46. syflr.
[v] Makta: Yangın sonucu yahut baltayla açılmış orman yolu.
[vi] Bkz: Alfred North Whitehead: "Process and Reality", 39. s.
[vii] Asıl Yah adı, Kissel Mordekay'dır. —Bkz: Salvador Borrego Escalante: "Infiltracion Mundial", 12. s.
Menfâdaki Yahudi, bir gizlenme ile gizem sihirbazıdır. Diyelim ki, yakınları ile kavimdaşları dışında, herkes gibi, sizin de kırk yıldır Y adı altında tanıdığınız Yahudi ahbabınız vefât etmiş. Ölüm ilânında, kırk yıldır Y diye tanıdığınızı sandığınız zâtın, meğer, gerçek (Yahudi) adının Z olduğunu görüvermişsiniz! Demekki tarihî müttefikleri, kankaları İngilizlerle ortaklaşa vucut verdikleri farmason teşkilâtlarını da durduk yere bunca esrâr perdesi arkasına saklamamışlar!
[viii] Peki, Yunan, topyekûn sırrakadem basmış mı? M.S. Üçüncü yüzyıldan itibâren gitgide Rum adını taktığımız yeni bir biçime dönüştüğü varsayılır. Buna karşılık, Fransız filosof Alfred Jules Emile Fouillee, anılan varsayımı reddeder: "Bugünkü Yunanlılar" der, "kendilerini Eski Yunanlıların ahfâdı olarak göstermek istiyorlarsa da, bu, tarihce sâbit değildir. Romalılar, Yunanlıları mağlûb ettiklerinde, o zamanın âdeti muvâcehesinde yüz binlerce Yunanlıyı Kar- taca ile Romaya götürüp satmışlardır. Romalı korsanlar da Yunan sevâhilinde insan avlayıp esir ederek bunları satmışlardır. Bir müddet sonraysa, Yunan ahalisinin kısmazamı canını kurtarmak için Roma'ya hicret etmeğe mecbur olmuştur. Isparta, Argos ile Korint'i Gotlar yakıp yıktılar. Ahalisini boğazladı veya esir alıp götürdüler. Daha sonra Visigotlar gelerek bütün Yunanistan'ı baştan başa mahvettiler. Bir müddet sonra da şurada, burada artakalmış Yunanlıları Bulgarlar ile Ulahlar ortadan kaldırdılar. Yunanistan'ın müteaddit mahallerine Islavlar yerleşti. Hâsılı bugünküler, Eski Yunanlıların ahfâdı olmayıp zikrolunan müstevlî milletler ile esirlerinin halîtasıdırlar" —"Avrupa Milletleri Ruhiyatı", 7. — 8. syflr.