Din dilinde "sünnet" olarak tanımlanan söylemlerden ve eylemlerden biri "besmele, hamdele, salvele" denklemidir. Özet olarak "Allah'ın adıyla başlamak, verdiği nimetler için O'na hamd etmek, mesajını bize ulaştıran elçisine salavat getirmek" anlamına gelir.
Küçük, orta, büyük ölçekli her işin kişisel, kurumsal, toplumsal amaçlı her gidişin farzı, vacibi, sünneti bu olmalıdır. "Türkiye Yüzyılı" idealini, gelecek zamanların yükseliş merdiveni olarak kuranlar ve görenler de aynı güzergâh üzerinde yol almalıdır.
Çeşitli dinlerde, dillerde, kültürlerde, medeniyetlerde "ötekini düşünme, başkalarını kendisine tercih etme" anlamına gelen bir kavram var. Bencilliğin, egoizmin karşıtı olan duygu, düşünce, davranış biçimine Batılılar "altrüizm", Araplar "gayriyye", Türkler "diğerkâmlık" diyorlar.
Kur'an-ı Kerim'deki bazı ayetlerde ve Peygamber Efendimizden (SAV) rivayet edilen bazı hadislerde "îsâr" ifadesi geçiyor. Bir ahlak terimi olarak "insanın, sahip olduğu imkânları başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak için kullanması" anlamına geliyor.
Bunun ileri derecesi "Yaratan'ın rızasını kazanma arzusuyla, yaratılanlara iyilik ve yardım yapmayı kendi ihtiyaçlarını gidermeye tercih etmek". Eğer gerekirse "bu uğurda canını bile verebilmek".
İslam tarihindeki en çarpıcı örneklerden biri Hz. Ali'nin, müşriklerin suikast yaparak öldürmeyi planladıkları gece, Hz. Muhammed'in (SAV) yatağına girmesi. Hicret yolculuğuna güven içinde çıkabilmesi için Peygamber'in evinde olduğu ve yatağına yatıp uyuduğu izlenimini vermesi.
Aynı diğerkâmlığı, Ensar'ın Muhacirleri karşılama ve bağırlarına basma biçimlerinde görüyoruz. Medineli Müslümanların, yurtlarını ve yuvalarını geride bırakarak hicret eden Mekkeli Müslümanlarla sahip oldukları her şeyi, kardeşçe paylaştıklarını biliyoruz.
Uhud Gazvesinde, İslam askerleri geçici olarak bozguna uğruyorlar. Ashabın ileri gelenleri, Hz. Peygamber'i korumak için canlarını ortaya koyuyorlar.
O Peygamber ki; "Komşusu açken tok yatan bizden değildir" diyor. İlaveten "kendisi için istediği şeyi başkaları için de istemeyen kimsenin, hakkıyla iman etmiş olamayacağını" söylüyor.
Ashabın halini ve hayatını anlatan kaynaklarda, Abdullah bin Cafer ile siyahi köle arasında geçen bir diyalogdan söz edilir. O rivayet; diğerkâmlığın sadece insanlarla sınırlı olmadığını, hayvanları da içine aldığını gösterir.
Hurma bahçesinde çalışan bir köle, ücret olarak üç ekmek alacaktır. Başka yiyeceği olmadığı için, onunla karnını doyuracaktır.
Gün bitiminde yanına aç bir köpek gelir, ekmeklerin tamamını ona ikram eder. "Sen ne yiyeceksin?" diye sorulduğunda, "Sabredeceğim" der.
Olaya şahit olan Abdullah bin Cafer, "Benim çok cömert olduğumu söylerler amma bu köle benden daha cömertmiş" der ve hayranlıkla ona bakar. Arkasından, bedelini ödeyerek özgürlüğüne kavuşturur; hurma bahçesini satın alıp kendisine bağışlar.
Eski Türk Yazıtları'ndan birinde, çok anlamlı ve değerli cümleler vardır. Hayvanlar âleminden örnekler verilerek; diğerkâmlık, "Geyik iyi bir otlağa rastladığında sürüsünü, karınca iyi bir besin kaynağı bulduğunda kolonisini oraya çağırıp paylaşır. Bunun adı adalettir" diye anlatılır.
Bir "Türkmen duası" ise meselenin özü, özeti gibidir. "Tanrım! İlk önce dağa, taşa, kurda, kuşa; sonra ihtiyaç sahibi yoksula, aça; eğer kalırsa, en son bana ver" diye niyaz edilir.
Çocukluk yıllarımızın yoksulluk günlerinde, anamız sofraya en son gelir; ya hiç yemez yahut kalanlarla yetinirdi. Farkına vararak, "Neden bizimle birlikte oturup yemiyorsun?" diye sorduğumuzda; "Sizin yedikleriniz de benim karnıma gidiyor" cevabını verirdi.
Anlaşılan o ki din, devlet, vatan, millet, kültür, medeniyet geleneğimizden ve genetiğimizden "ötekini önceleme" hassasiyeti nesilden nesle intikal ediyordu. Atalarımız bize "Ekmeğin büyük parçasını kendi önüne alıp, küçük parçasını sizin önünüze koyan kimselerle arkadaşlık etmeyin; küçük parçasını kendi önüne alıp, büyük parçasını sizin önünüze koyan kimselerin de peşini bırakmayın" diyordu.
Çünkü biz "Veren el alan elden hayırlıdır" diyen bir Peygamberin ümmetiydik. Ahiret yolcusuyduk ve "azığımızın biriktirdiklerimiz değil dağıttıklarımız olduğunu" bilenlerin milletiydik.
Devran değişti; başka bir yöne ve yere savrulduk. "Rabbena, hep bana" diyenlere benzedik; "Helal haram ver Allah'ım, filan kulun yer Allah'ım" anlayışına meylettik; dünyanın geçici malını ve menfaatini, ahiretin kalıcı kazançlarına tercih eder olduk.
Özümüze dönüp imanımızı, ahlakımızı, anlayışımızı, yaşayışımızı arızalı duygu, düşünce ve davranışlardan temizlemeliyiz. Şanlı tarihimizin örnek ve öncü şahsiyetleri gibi gittiği her yere huzur, güven, adalet, sükûnet götüren "iyilik elçileri" haline gelmeliyiz.
"Türkiye Yüzyılı" iddiasının ve idealinin; ana ilkesi, istikameti bu olmalı. Asırlar önce dedelerimizin yaptığı "Türkmen duası"; asırlar sonra, torunlarının halinde ve hayatında yeniden vücut bulmalı.
Zekeriya Erdim