İbnü'l-Arabi kelimenin hakiki anlamıyla büyük ve kurucu düşünürdür. Hal böyle olunca farklı zaman ve mekanlarda her insan ve her yönelim kendisini bir şekilde onunla ilişkilendirebilir, sevgi duyanlar kadar öfke besleyenler olabilir, dikkatle onu öğrenmek isteyenler kadar onun sözlerini ve düşünce tarzını dikkate almadan duyumları veya uydurmaları ona söyletenler veya ismiyle 'teberrük' edenler olabilir. Bu itibarla 'büyük düşünür' bir çok eğilim ve kabiliyetin az çok kendisine yer bulabildiği bereketli sofra gibidir. Sofraya oturanlar genellikle birbirlerinden hoşlanmazlar, lakin sofra sahibi herkese ikram eder, herkesi cömertçe ağırlar, herkese verebileceği bir şeye sahiptir. Hal böyle olunca büyük düşünür, zaman içinde gelişen abartılı anlatının, sahte ve uydurma 'tasavvurun' sebebi olur, kendi gerçekliğine karşı sahtenin oluşmasına hizmet eder. Tasavvuf geleneğinde 'ahfiya' yani kendini saklayanlardan olmanın gereğidir bu: imaj ve tahayyül perdesinin ardında hakikati saklamak. Müslüman düşünce geleneğinde böyle isimlerin başında Mevlana ile İbnü'l-Arabi gelir.
Çağımızda İbnü'l-Arabi hakkındaki konuşmalara ve gün geçtikçe hakkında artan ilgiye bakınca akla böyle değerlendirmeler geliyor. Daha doğrusu vahdet-i vücudun hakikatin insanla ilişkisini tahlil eden perspektifiyle mevcut duruma bakıldığında her sapmanın veya uydurmanın az çok hakikat izi taşıdığını dikkate alınca sofra ahalisinin gerçekte İbnü'l-Arabi'nin konukları olabileceğini reddetmemek gerekiyor. Mevlana'nın isminden teberrük etmek için onun adını dükkana vermekle İbnü'l-Arabi'den kahin çıkartmak aynı amacın iki örneği olarak görülebilir. İbnü'l-Arabi etrafında mitolojik bir hale kurgulayarak onunla sınırlı kalmayı gerçek İbnü'l-Arabi'ye tercih etmek, ancak vahdet-i vücud düşüncesinin çözümleyebileceği bir paradokstur. İnsan ötekini ancak bir araç olarak veya kendi ahvalini anlatan bir dil olabildiği kadar merak eder. İnsan başkasını nadiren okur; daha çok okurken de ona okur, dinlerken bile ona söyler. Bu durumu İbnü'l-Arabi'nin düşüncesinin en önemli kavramını teşkil eden 'ilah-ı mutekad' yani sübjektif Tanrı tasavvuru anlayışı ekseninde izah edebiliriz: herkesin zannı hakikati perdeler, öyle ki hakikat zandakinin rakibi haline gelir.
İbnü'l-Arabi'nin eserleri herhangi bir insanın fikri takip edebilecek seviyede okuyabileceği sayının ve muhtevanın ötesindeki eserlerdir. Bunların yanında ona nispet edilen kitaplar, o kitaplar ekseninde oluşan anlatılar, mitolojik tahayyülün ürünleridir. Kendi kitapları bilindiği halde dikkatin nispet edilen eserlere döndürülmüş olmasının amacı İbnü'l-Arabi'nin ne dediğini değil, ne demesi gerektiğini ona söyletmek arzusudur. Bunları daha cazip ve etkin hale getirebilmek için ise önce herkesin ilgisini çekebilecek bir mitoloji kurgulanır: İbnü'l-Arabi'nin insanları tahrik eden söylemi vardır diye iddia edilir, geleneksel inanç taşıyan insanları eleştirmesinin sonucunda öldürülmüştür denilir. Sırlar, gizemler ve ölüm bir araya geldiğinde bir düşünür düşünür olmanın sınırlarını aşarak bütün çağlar için cazibe noktası haline gelmiş olursunuz.
İbnü'l-Arabi'ye nispet edilen eserlerden birisi gelecekten haber verdiği iddia edilen bir kehanet kitabıdır. Bir eserin yazara aidiyetini kanıtlamak kadar ona ait olmadığını kanıtlamak da güçtür. Meselenin bu kısmını başka bir vesileyle ele almak niyetiyle neden İbnü'l-Arabi'nin kehanet içeren eser yazmamış olduğunu onun tarih düşüncesi biraz da Konevi'nin katkısıyla izah edelim:
Herhalde bütün nesiller arasında kıyamet vaktine kendisini en yakın hisseden nesil, İbnü'l-Arabi ve takipçileriydi. Bunun nedeni öteki nesillerden daha dikkatli veya daha 'takva sahibi' olmaları değildi. Onlar teorik olarak zamanın sonuna ulaştıklarını düşünüyorlardı. Bunu açık bir şekilde Konevi'nin Vasiyetname'sinde ve başka eserlerinde görsek bile İbnü'l-Arabi'nin hatem teorisi tam olarak bunun sonucudur. Marifet ağacının meyveye durduğu dönemin neslinin uzun vakti kalmamıştır artık. Konevi, kıyameti Mehdi'ye selam gönderecek kadar yaklaşmış sayıyordu. Bekar talebelerine Şam'a hicret etmelerini, Mehdi'nin ordusuna katılmalarını ve ona selam iletmelerini tavsiye ederken gerçekte moral bozukluğundan veya başka bir psikolojik saikten hareket etmiyor, metafizik bilgi söylediğini düşünüyordu. İbnü'l-Arabi hatem-i evliyayı gördüğünden veya bizzat kendisinin hatem-i evliya olduğundan söz ederken aynı metafizik hakikate dayanıyordu: Kıyamet vakti yaklaşmıştır, süre dolmuştur. Haddi zatında İslam ümmetinin insanlık tarihi içerisindeki durumunu günün ikindi ile akşamı arası olduğu inancını dikkate almak gerekir. İslam ümmetinin tarihin son ümmeti olması ile İbnü'l-Arabi'nin ümmetin son metafizikçisi -Konevi ile- olması arasındaki bağ bu nesildeki kıyamet bilincini tahkim etmiş olmalıdır. Onun bu bahisteki düşüncelerinin kozmolojik takvimle ilgili bazı hesaplamalara dayanıyor olması ise işin doğa bilimlerindeki delilini verir.
Bu yaklaşım yani geçmiş toplumlarda dünyaya biçilen ömür kadar Adem ile son insan arasında binlerce yılla sayılan sürenin geçmiş olduğu fikri Adem ile son insana kadar bütün insanları aynı ahval üzere yaşayan bir aile olarak görmeyi mümkün kılmıştır. İlahi kitapta Adem ile öteki insanlar arasında ilişki kurulabilmesi insan hayatında temelli değişimin yaşanamayacağı kadar kısa bir sürenin geçmiş olduğu inancına dayanır. İbnü'l-Arabi ve takipçileri ise zamanın son halkasını yaşadığını düşünüyordu. Bu bakımdan onun gelecekle ilgili uzun bir takvimi esas alan bir kehanete sahip olması kendi düşüncesiyle çelişir.
Ne İbnü'l-Arabi ne de Konevi bu takvim hakkında haklı çıktı! Vaktin bu kadar uzamış olmasını bilmek her ikisini de pek şaşırtırdı belki fakat teori yine de değiştirilmezdi.
Ekrem Demirli