Müslümanlar İslam'ın önceki dinlerle ilişkisini genellikle tahrif kavramı üzerinden düşünür, önceki dinlerin ve peygamberlerle gönderilmiş kitapların bozulmuş olmasını Hz. Peygamber'in gönderiliş nedeni, en azından nedenlerinden birisi sayarlar. Bu itibarla zamanı geriye doğru takip edersek, her peygamber öncekinin getirdiği dinin bozulmuş ve tahrif edilmiş kalıntılarını tashih ve tadil, yitirilmiş olanı tekrar izhar etmek maksadıyla gönderilmişse İslam da 'son tashih edici din' olarak gelmiş olmalıdır. Üstelik başka bir din gelmeyeceği için de bozulmasın ve istikametini kaybetmesin diye dinin muhafazasını bizzat Tanrı üstlenmiştir. Bu yaygın yaklaşımın dayanağı hiç kuşkusuz öncelikle Kur'an-ı Kerim'deki bazı ayet-i kerimeler ile hadis-i şerifler, bunun yanı sıra insan doğası ve tarihsel tecrübe hakkındaki iç içe girmiş bir tasavvurdur. Kur'an-ı Kerim'de öteki dinlerden ve toplumlardan söz edilirken 'kelimeleri tahrif ederler' şeklindeki tabirlere sıkça atıf yapılır. Bu bakımdan gönderilmiş dinleri insanlar bazen bizzat peygamber döneminde bozmuş bazen peygamberin akabinde dini bozarlar. Dinlerin bozulması bir kader, dini bozmak ise Tanrı'nın inayet ve ihsanına mukabil ezeli bir insanlık doğası kabul edilir.
Yaygın algı 'tahrif' üzerinden şekillense bile Müslüman düşünce geleneklerinde (özellikle Sünni kelam ve nazari tasavvuf) içerisinde nübüvvet teorisinin merkezi konumu dahilinde meseleye yaklaştığımızda İslam'ın önceki dinlerle veya farklı geleneklerle ilişkilerinde ana kavramı tahrif olarak görmek doğru ve yeterli bir açıklama olarak kabul edilemez. Her şeyden önce İslam'ın gelişi ve Hz. Peygamber'in son peygamber olarak gönderilmiş olmasının dinlerdeki bozulma ile bir ilişkisinin olmaması gerekir. Başka bir anlatımla insanlar dinlerini bozdukları için İslam gelmiş ve Hz. Peygamber gönderilmiş değildir, o dinler bozulmuş olsa da olmasa da İslam geleceği için Hz. Peygamber gönderilmiştir. Evvela buradaki dikkatimizi yeniden tashih ederek meseleye bakmak gerekir. Hadiseye böyle baktığımızda doğru kavramın tahrif değil, nesih, yani İslam ile birlikte önceki dinlerin veya bütün dini veya ahlaki geleneklerin 'geçersiz' olduğunu beyan nesih kavramı olmalıdır. Öte yandan neshin gerekçesini 'tahrif', yani önceki dinlerin bozulması olarak düşünmek de doğru bir yaklaşım değildir. Neshin esas gerekçesi bizzat yeni nübüvvettir ve İslam'da nübüvvet telakkisinin dinin merkezinde bulunmasıyla birlikte öteki dinler 'mensuh' yani artık miadını doldurmuş kabul edilmiştir.
İslam ve öteki dinler ilişkisinde doğru kavramın tahrif yerine nesih olduğunu izah edebilmek için şöyle bir soru sormak lazımdır: Yeni araştırma yöntemleriyle önceki dinlerin asıl ve bozulmamış kaynaklarına ulaştık (söz gelişi bazı iddialara göre Barnaba İncili gibi bir kitabı bulduk) ve Yahudi ve Hristiyan dinini 'bozulmamış' kitaba göre yeniden yorumladık. Böyle bir varsayımda bozulmamış Hristiyanlık, bozulmamış Yahudilik hakkında İslam'ın bakışı ne olabilir? Sorunun cevabı hiç kuşkusuz 'mensuh' yani geçersiz saymak şeklinde verildiğinde Sünni teorinin omurgasını şekillendiren nübüvveti doğru kavramış olabiliriz. Bu noktada meselenin kolay cihetinden giderek 'onların sahih hali bizzat İslam'dır' demek ise Hz. Peygamber ile öteki peygamberler, son vahiy ile öteki dinlerdeki vahiy, İslam ile öteki dinler arasındaki muhteva ve amaç farkını anlamamak demektir. Bu bakımdan İslam'ın öteki dinlerle ilişkisini tahrif değil, nesih yani hükmen ilga üzerinden düşünmek bizi dinin mahiyeti ve din ve toplumlar, din ve zamanın ruhu üzerindeki ilişkiyi anlamada daha sağlıklı sonuçlara ulaştıracaktır.
Nesih hükmün geçersiz kılınmasıdır. İslam'ın gelmiş olmasıyla birlikte önceki dinler mensuh, yani geçersiz kılınmıştır. Peki bu neden böyledir?
Birinci nokta İslam ile birlikte kelimenin gerçek anlamıyla nübüvvetin insanlığa gelmiş olmasıdır. İslam'da nübüvvet anlayışı ne Yahudilik ne Hristiyanlıktaki kavramlarla anlaşılabilir. 'Seçilmiş kavim' anlayışının (asıl) parçası olan (fer) Yahudilikteki nübüvvet dindeki merkezi konumu hafiflemiş cemaat önderidir. Hristiyanlık haddi zatında nübüvvetin değil Tanrı'nın dinin merkezinde yer aldığı bir teoloji üzerinde kurulmuştur. Hiç kuşkusuz bu ikinci yorum yani Hristiyan teori 'muharref' kabul edilmeyi daha çok hak ediyordur. Fakat Yahudilik için aynı şeyi söylemek zorunlu değildir. Bir kavim zamanın bir evresinde gerçekten özel kabiliyetlerle ve özel bir görevle seçilmiş olabilir. Bu bakımdan seçilmiş halk fikri İslam cihetinden makul bir şekilde yorumlanabilir. Bununla birlikte İslam'ın merkezi kavramları üzerinden o dinlerin 'nesih' gerekçesini düşününce, her iki dinin ortak noktası 'yerellik' olmalıdır: zaman, mekân, hitap kitlesi ve muhteva bakımından yerellik, o dinlerin mensuh olmasının nedenidir. İslam hitabı, dünya görüşü ve bu dünya görüşünü şekillendiren nübüvvet telakkisiyle evrensellik iddiasındaki yegâne dindir. Bu nedenle önceki dinler hükmen geçersiz kabul edildi, ister doğru ister tahrif edilmiş olsun geçmişteki hükümler İslam tarafından onaylandığında geçerli olabilir. Dinlerle ilişkide dikkatin verilmesi gereken ana konu budur.
Ekrem Demirli