Taklit Beni Yele Verdi
On dokuzuncu yüzyıl ve sonrasında Müslümanların "geri kalması" meselesi büyük ölçüde taklit kavramıyla ilişkilendirilir. Buna eşlik eden anlatı ise on ikinci yüzyıla kadar büyük bir gelişim gösteren Müslüman toplumların bu yüzyıldan sonra taklide düştüğüdür. Bu söylem düşüncenin uyanışına güçlü bir çağrı barındırıyor gibi görünse de gerçekte hesabı verilmemiş bir davettir. Çünkü on ikinci yüzyıldan sonra yaşayan âlimlerin temel tartışma konusunun aslında tam da taklit ve tahkik meselesidir. Dolayısıyla bu meseleyi yeniden düşünmeyi gerektirmektedir.
Burada taklidin dini boyutunu ve zıddı olan tahkik meselesini bir tarafa bırakıyorum ve taklidin farklı bir boyutuna dikkat çekmek istiyorum. Mevlânâ'nın anlattığı bir hikâyeye göre uzun yoldan gelen sûfî, fakir dervişlerin yaşadığı bir tekkeye misafir olur. Eşeğini ahıra bağlayıp yemini suyunu verip dinlenmeye çekilir. Karnı günlerce aç olan dervişân eşeği satıp parasıyla o gece ziyafet çeker ve semâ düzenler. Ziyafete baş konuk olarak katılan sûfî, gece boyunca dervişlere uyarak "Eşek gitti, eşek gitti (har be-reft)" diye zikredip sema eder. Sabah olup herkes dağılınca sûfî de yola devam etmek için çıkar ama eşeğini bulamaz. Hizmetçiye eşeğini sorunca, o da şaşkınlıkla der ki: "Sen de gece boyunca "Eşek gitti" diye zikrediyordun ya! Ben de ârif adamsın, biliyorsun sandım."
Hikâye tamamıyla insanın dünya hayatındaki seyrine uyarlanarak yeniden anlatılabilir. Kadim bir metafor olarak dünyaya misafir yani yolcu olarak geliriz. Bineğimiz bedenimizdir, onun bize bu dünya hayatı boyunca sağlayabileceği ziyafetin süresi, zamanın tamamına oranla bir geceye denk gelir. Semanın hay u huyuna, dünyanın akışına kapılır, sonunda ölüm gelip şafak attığında yalnız kaldığımızı görür, gafletten uyanır ve anlarız ki bineğimiz gitmiştir. Bineğimize yüklediğimiz ağır yüklerimizle baş başa kalmışızdır, sema arkadaşlarımız da bizi terk etmiştir. Esasen toplu yaşamış, yalnız ölmüşüzdür.
Asıl mesele hikâyenin sonunda Mevlânâ'nın "Onları taklit beni yele verdi, o taklide iki yüz lanet olsun!" ifadesindedir. Taklide lanet etmeyen yok gibidir, taklit rüzgarına kapılmayan da yok gibidir ve taklidin kendisini yele vermediği kimse de çok azdır. Bu taklidin bir yönü dünyanın ziyafet ve semasının mükemmelliğine dalmamızdır, ancak esas sorun, şafak söktüğünde başlayacak yolculuğumuzda bineğimizi kaybetmiş bir şekilde ağır yüklerimizle baş başa kaldığımızda ortaya çıkar. Böylece toplum içinde her türlü eksikliğimizi ve yalnızlığımızı gideren dostların taklidi ve bunun verdiği zevk ü sefanın sağaltıcı etkisi, yolculuğumuzun ikinci kısmında bizim sırtımıza bir yüke dönüşür.
Bu taklit başkalarının, bizim içeriğini bilmediğimiz şarkısına uymakla ve başkalarının, bizim hakikatine vakıf olmadığımız semasına katılmakla ortaya çıkıyor. Taklit yoluyla bir şeyi kendi varoluşunun nihai odağı haline getiren herkes, nihai odağını sosyal çevresine göre belirliyor, bir geleneğin inşa ettiği zeminde, bir sosyal tabakanın içinde korunaklı alanda akışa katılıyor. Doğruysa bu demektir ki misafir sûfî gibi her birimiz har be-reft diye semaya katılıyoruz ve hakikatini bilmediğimiz nice zikirlere iştirak ediyoruz. İştirak müşterekliğe kapı aralıyor ve ardından hayatlar birbirinin taklidi ve imitasyonuna dönüşüyor.
Bu durumda taklidin asıl yönü sirayet ve yayılma noktasında ortaya çıkıyor demektir. Mevlânâ misafir sûfînin diliyle bunu şöyle ifade ediyor: "Onların zevki bana da aksediyor, bu aks yüzünden gönlüm zevkleniyor." Tabiat sâridir derler. Öyleyse insanların dünyaya yönelik her türlü hırs, zevk ve tamahı bize de sirayet ediyor, bu sirayet yüzünden biz de aynı zevke gönülden katılıyoruz.
Bu taklidin hırs, tamah, arzu, yeme, içme gibi farklı nesneleri var. Modanın akışı içinde belirlenen bazen bir giyim tarzı, bazen bir teknoloji, bazen bir yemek, bazen bir kitap, bazen de bir inanç toplumsal taklidin konusu olarak zuhur ediyor. Taklit dalgaları moda, siyaset, dini yaşama biçimi, fikir ya da ideoloji şeklinde, kitle iletişimin veya sosyal medyanın etkisiyle bir katmandan diğer katmana bulaşıyor. Bu sirayet kapitalist ve egemen güçlerin telkinlerinin örneğin reklamların sürekliliği sebebiyle güç kazanıyor. Ardından telkinin nesnesi ama taklidin öznesi olan insanlar arasında bilinçsiz bir yayılma başlıyor ve süreç kontrol edilemez bir tabiata bürünüyor.
Bu nedenle Mevlânâ'nın örnek verdiği taklidin, başkalarının şarkısını gönülden ama istemsizce tekrarlamaya dönüştüğünü görürüz. Taklit bir kez toplumsal süreçlere girdiğinde kesintisiz biçimde dalga dalga yayılıyor ve toplumda moda, viral, trend, memes, networkler, hashtagler şeklinde toplumda tezahür ediyor. Bu nedenle söz konusu dervişânın zikri bile taklid olduğundan, taklitlerin taklitleri de mümkün olabiliyor.
Gerçek şu ki "har be-reft" sesleri her yerde: sokakta, modada, sosyal medyada ve dijital bir semada yankılanıyor. Ama bunu fark etmek de kolay değildir: Mevlânâ'nın dediği gibi "Makam ve altın hayali, tamahkar bir adamın gözünün önünde bir kıl gibidir." Bu şaşı bakış, eşeğinin elinden gittiğini fark edinceye kadar taklit ettiği koronun şarkısının, kendisine karşı bir ironi olarak bestelendiğini görmesine de engeldir.
Sonuçta bu taklit evreninde hayat iradenin, bilginin ve kudretin eşlik ettiği bir dirilik olarak inşa edilmiyor, bunun yerine klasik İslam düşüncesinde ifade edildiği üzere insanlar "rüzgârın önünde sürüklenen yaprak gibi" kendini akışa bırakıyor ama bütünüyle özgür olduğunu düşünüyor. Oysa görünen o ki "özgürlük" de bilinçli tercihler değil, rüzgârın belirlediği yönde bir karara bağlı olmaksızın şansın doğurduğu salınımdır. Özgürlük, rüzgâr yön değiştirdiği her an, yaprağın savruluş serbestliğine ve başıboşluğuna verilen bir isimdir.
Mevlânâ'nın sözünü ettiği dünyaya dalma olgusu elbette değişmiyor, ancak dalmanın biçimleri değişiyor. Onun dile getirdiği tamah, makam, hırs gibi temel ahlaki zaaflar, bugün çok daha karmaşık biçimlerde karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla eski anlamlar yeni karmaşık biçimlere ancak genel olarak işaret edebiliyor.
İnsanın doğasının değiştiğini söyleyemeyiz, fakat bilimlerde ortaya çıkan branşlaşma insan aklının sınırlarını nasıl olağanüstü biçimde genişlettiyse, ahlaki reziletlerin dallanıp budaklanması da benzer bir yol izliyor. Her gün yeni rezilet türlerinin ortaya çıkması bizi şaşkına çeviriyor. Ancak iyiliği ve iyiliğin araçlarını aynı ölçüde derinleştirip çoğaltamıyoruz. Bu dengesiz karşılaşmada artık insanın hangi yönüne güvenebileceğimizi de bilmiyoruz.
Eşref Altaş
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.