Evet, o dönemde, Türkiye iç siyasetindeki iç karartıcı çalkantılardan uzak durabilmek için, daha çok da Afrika'yla ilgilenmeye çalışıyor ve o konuda yazılan yayınlara yöneliyordum.
Esasen, 1960'larda Afrika'da küçük küçük parçalar halinde bölünerek, tam da sömürgecilerin istediği şekilde ortaya çıkan yığınla devletler, Avrupalı sömürgecilerin İngilizlerden öğrendikleri ve hele de Osmanlı Devleti'nin çökertilmesinden sonra , 'Parçala-hükmet!', ya da 'Tefrika çıkar- hükmet!' gibi formüllere uygun olarak araka arkaya siyaset sahnesine çıkıyordu. Konya vilâyeti sınırları kadar bir toprağı olan Belçika, Afrika'da o kadar büyük ve zengin coğrafyalara hükmediyordu ki, Orta Afrika halkları, 'Belçika'nın çok büyük bir devlet olduğunu' sanıyorlardı. Belçika Kongosu'nda Belçika tarafından döşenen demiryollarının inşası sırasında yerli halktan on binlerce insanın can verdiği açıklandığında şoke olmuştum. Bugün, Brüksel'e gidenler, muhteşem sarayları ve basilikaları/ büyük kiliseleri, sonsuz zannedilen zenginlikleri görünce, 'Yahu adamlar çalışmışlar, yapmışlar.' derler genellikle ve bütün o zenginliklerin Afrikalı, sömürülen siyah insanların alınterleriyle ve hattâ kan ve canlarıyla yoğrularak meydana getirildiğini pek düşünmek istemezler. Halbuki, asıl hatırlanması, düşünülmesi gereken, o zenginliklerin hangi korkunç zulümlerin eseri olduğunun anlaşılmasıdır.
Afrika'daki o sistemli sömürgecilik Belçika gibi küçücük devletlerin tek başına yapabileceği şeyler değildi. Belki, büyük emperial güçlerin yağma sofralarından kalan artıkların bu küçüklerin önüne de atılmasıydı. Onlar da bir müşkülle karşılaştıklarında ağababalarına müracaat ediyorlar, onların yardımını istiyorlardı.
*
Nitekim, Kongo'da Patrice Lumumba liderliğindeki istiklâl hareketinin ileride kendileri için ciddî bir tehlike teşkil edeceğini düşünen emperial güçler onu bir uçağa bindirdiler ve bir yere götürülüp öldürüldüğü anlaşıldı. Sonra, önceden birlikte oldukları söylenen Çombe isimli bir kişinin Lumumba'nın öldürülmesinde etkili olduğu ve hattâ CIA'in de devreye girdiği ciddî şekilde söz konusu olmuştu. (Patrice Lumumba'nın oğlu daha sonraları müslüman olup, Emir adını alarak Mısır'da sessiz bir hayat yaşamıştı..)
*
Gana'da Nkrumah'ın, Sierra Leone'de Abdi Diyouff'un, Kenya'da eski bir yamyam kabilesinin şefi olduğu ileri sürülen Yomo Kenyatta'nın, Tanzania'da Julius Nyerere'nin, Nijerya'da Ahmed ve Ebubekr Bello kardeşlerin, ülkelerinin en azından siyasî istiklalini ele geçirmesinde etkili oldukları görülmüştü. (Ki, Nijerya'daki Müslüman iki kardeş, istiklalin kazanılmasından 2-3 sene sonrasında katledilmişlerdi. Onlara aid haberleri kıt imkânlar içinde yine de elde edebiliyor; onların mücadelelerini anlamaya çalışıyorduk.. Nijerya daha sonra uzun süre iç karışıklıklarla boğuştu ve kuzey batısında, halkın ekseriyetini hristiyanların oluşturduğu bölgelerde, Yaqubu Gowon adında bir ayrılıkçı lider, 'Biafra' adında ayrı bir devlet kurduğunu açıkladı ve 2-3 yıl kadar süren ve 1,5 milyon kadar insanın ölümüne yol açan iç savaş sonunda, 1970'li yılların başında, o devlet yok oldu. )
Ama, ilginçtir ki, ülkelerinin istiklalinin elde edilmesinde ön safta olan hiçbir liderin 'kutsal lider' haline getirilmemeleri ilgimi çekiyor ve, kendi ülkemde, bütün ağırlığı müslüman halk çektiği bir mücadelenin üzerine, dar bir kadronun çöktüğü her şeyi kendisinin yaptığı ve elde edilen askerî zaferlerin de sadece kendisine aid olduğu iddialara oralarda rastlanmıyordu.
*
1970'li yılların başı, Afrika'da, dünyayı etkileyen büyük hadiselerle doluydu.
Libya Kralı / meliki İdris, Türkiye'de Bursa Kaplıcaları'nda romatizma tedavisi görürken, 27 yaşında bir teğmen olan Muammer Qaddafî'nin, Libya'da gerçekleştiriği bir darbe ile iktidarı ele geçirmesi 42 yıl sürecek bir yönetim sonunda 2011 yılında fecî şekilde katledilecek olması...
*
Kezâ, 1967'deki '6 Gün 'Savaşı'nda sionist İsrail ve arkasındaki emperial güçlerin desteği karşısında alınan çok ağır yenilgiden sonra bir daha halk karşısında fazla gözükmeyen Mısır lideri Cemâl Abdunnâsır'ın ölümünden sonra, başkaları beklenirken, yerine, Enver Sedat'ın beklenmeyen şekilde başa geçmesi..
*
Fas'ta Genelkurmay Başkanı General Muhammed Ufqir'in, İspanya'dan dönüş yolunda olan Kral II. Hasan'ın uçağına, onu karşılayan savaş uçaklarınca ateş açtırıp kendisi başa geçmeyi beklerken, uçaktan verilen 'Kral öldü, inişe geçiyoruz..' şeklinde şifreli mesaj üzerine, havaalanında törenle bekleyen Ufqîr'in karşısında, II. Hasan'ı görür-görmez intihar etmesi de dünyayı günlerce meşgul eden ilginç bir durumdu.
*
Güney Afrika'daki bir avuç beyaz azınlığın, yüzde 90'ı siyahî olan bir halka hükmetmesi sırasında sergilenen zulümlere karşı Nelson Mandela'nın öncülük ettiği ve 'Amanda!!..' (İstiklâl /bağımsızlık!) nidâlarının yükseldiği dev kitlevî gösteriler, on yıllar boyu ve siyahî insanların kitleler halinde katledilmesi şeklinde kanlı şekilde devam edecek ve Mandela'nın 27 yıl süren bir hapis hayatına rağmen dinmeyen o başkaldırış sonunda, 'beyaz ırkçı hareket' 1990'lı yılların ortalarında doğru yenilgiye uğrayacaktı.
*
Sudan'da ise, 1880'lerde İngilizlere karşı müthiş bir mücadele vermiş olan ve kendisini "Mehdî" olarak gösteren Ahmed Muhammed Mehdi-i Sudânî'nin mücadelesinin hatırına, onun torunu olan Sâdıq el'Mehdi'nin henüz 24-25 yaşlarındayken başbakanlığa getirilişi ve sonrası darbeler dönemi de ayrı bir safha idi.
Ki, Mehdi-y'i Sûdanî'nin hareketi bizi daha bir yakından ilgilendirmesine rağmen hâlâ da pek bilmeyiz.. Ama, 1980'li yılların ortasında, TRT'de yayınlanan ve İngiliz emperyalizminin 'insancılığı'nı (!) konu edinen 'Gordon Paşa' filminde, ilkel kitlelere medeniyet götürmek için uğraştığı söylenen General Gordon'un öldürülmesine, konunun aslından habersiz kitleler ağlamıştı. Gerçek ise şu idi: 'Sudan'ın Müslüman halkının 'Gordon Başâ../Gordon Paşa) diye andığı İngiliz generali Gordon, Sudan'da Genel Vali durumundaydı.. Mehdi-'y-i Sûdanî ise, etrafında topladığı on binlerce fedaîsiyle başkent Khartoum yakınlarında, Nil üzerindeki , Ommdurmann isimle kalede konuşlanmış olan ve en modern silahlarla donanmış, 12 bin kişilik İngiliz birliğine, sadece ok, yay ve kılıç gibi sınırlı ve düşmanın modern silahlarına göre ilkel sayılabilecek silahlar taşıyan 60 bin kadar fedaî, bir gece âniden saldıracak ve Gordon Paşa ve bütün askerleri kılıçtan geçirilerek yok edilecekler ve bu ağır yenilgi Londra'da Kraliçe Viktorya'ya bildirildiğinde, o, zaferleriyle ünlü Kraliçe, derin üzüntüden dolayı kısmî felç geçirecekti.
Ama, Gordon Paşa filmindeki General Gordon ve askerleri ve elbette onların başındaki İngiliz devleti, filmde medeniyeti temsil ediyorlar, istiklalleri için qıyâm eden Müslüman halk ise, ilkelliği... Ve bu filmi seyreden milyonlarca Müslüman da o emperyalist güçlerin, 'vahşi ve ilkel güçler eliyle' korkunç şekilde yenilgiye uğratılmasından dolayı gözyaşı döküyorlardı.!!!
*
Afrika'dan ayrı olarak, Bengal Körfezi'ndeki Doğu Pakistan'da meydana gelen ve 750 binden fazla insanın ölümüne yol açan büyük sel felaketinden sonra başlayan iç savaşta 1 milyonu aşkın kanlı bir mücadeleden sonra, Şeyh Mucib-ur'Rahman isimli bir ayrılıkçı lider öncülüğünde Bangladeş adında yeni bir devletinin, Hindistan Başbakanı İndira Gandhi desteğiyle- ebeliğiyle doğması..
(Bu konuya ayıca uzunca değinmek gerekir..)
Bunların her birisi dikkatimi çeken, ilgimi çeken ve heyecanla takib ettiğim konulardı. Ve bu konularda haftada bir yazılar yazıyor ve kendime yakın bulduğum gazetelere gönderiyordum.
*
Selahaddin Eş Çakırgil