Arama

Prof. Dr. Ahmet Ağırakça
Eylül 2, 2024
Zulme karşı direniş adaletin gereğidir

İslâm dini, kötülüğü toplumların içinden tamamen kaldırmak, her yerde iyilik ve güzelliği yaymak doğrultusunda bir fazilet anlayışı ortaya koyar. İnsanları erdemli olmaya davet eder. İnsanlara karşı alabildiğine merhametli bir duygu ile yaklaşır. Ama her ne olursa olsun bu yaklaşım, sağ yanağına tokat atana sol yanağını çevirmez. Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

" Haram ay haram aya karşılıktır. Barışa saygılı olmak da karşılıklıdır. Onun için size kim saldırırsa siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi karşılık verin. Allah'tan korkun (emirlerine karşı gelmekten sakının) ve bilin ki Allah sakınanlarla beraberdir," (el-Bakara, 2/194).

İslâm'a göre faziletli olmanın en güzel özelliklerden bazıları size haksızlık eden zulmeden malınızı yiyen kimseleri affetmek ve yaşanan sıkıntılara karşı sabırlı olmaktır. Zira her türlü noksanlıklardan münezzeh olan Allah "Affedin ve hoş görün" (el-Mâide, 5/13) buyurur. Fakat İslâm ancak güç ve istikrar kazandıktan sonra düşmanlarını affedebilir. Çünkü af her zaman güçlü olan taraftan beklenir. Bu durumda affeden kişi şeref ve üstünlük kazanır, teslim olmuş sayılmaz. Peygamberimiz: "Kul affetmekle ancak onurunu arttırır" buyurmuştur. (Müslim, "Birr", 69; Tirmizî, "Birr", 82). Nitekim Allah, adalete uygun karşılık vermeyi mubah addetmekle birlikte sabretmeyi daha hayırlı saymıştır: "Eğer (bir topluluğa) ceza verecekseniz size yapılanın bir o kadarıyla karşılık verin. Ama sabrederseniz elbette o sabredenler için daha iyidir," (en-Nahl, 16/126).

Kişinin kendisine eziyet eden kimseleri güzelce bağışlaması için sabra ihtiyacı vardır. Sabır sadece düşmanla karşılaşıldığı zaman gösterilen bir davranış değildir. İntikam arzusuna karşı nefsi frenlemek de büyüklüktür ve sabır ister. Öte yandan ibadetlerin en büyüğü, her türlü noksanlıktan uzak olan Allah'ın dinini korumak için saldırgan düşmana karşı cihâd etmektir. Rasûlullah, mü'minlere nasıl namaz kılacaklarını öğrettiği gibi savaşta faziletli davranışın nasıl olacağını da öğretmiştir. Hz. Peygamber cihâdı, dinin en üst mertebesi olarak görmüş ve Allah'a ve Rasûlü'ne imandan sonra en üstün amelin Allah yolunda cihâd etmek olduğunu bildirmiştir. (Buhârî, "İmân", 18; Müslim, "İmân", 135). Ancak cihâd, düşman askerî öldürmek için yapılan kıtal değil, ilahî adaletin yeryüzünde yayılması ve Allah'ın vahdaniyetini öne çıkaran tevhid inancının korunması için verilen mücadele ve fazilet savaşıdır. Bu nedenle Müslümanın savaşında da hâkim duygu intikam değil merhamet duygusudur.

Merhamet insanın sahip olması gereken en yüce değer ve erdemliliktir. İslâm'ın ön gördüğü rahmet gelip geçici ya da sadece belirli kişilere yönelik değildir. Aksine İslâm'ın rahmeti herkese yönelik olduğu gibi savaş da herkese yönelik bir rahmettir. Nitekim Cenâb-ı Allah: " Eğer Allah insanların bir kısmını (kâfirleri) diğer bir kısmı (mü'minler) ile savmasaydı yeryüzü kesinlikle fesada uğrar, bozulurdu. Fakat Allah bütün âlemlere karşı büyük lütuf (ve rahmet) sahibidir," (el-Bakara, 2/251) buyurarak acı tarafları olmakla birlikte savaşların insan için bir lütuf ve izzeti koruma vesilesi olabileceğine de dikkat çekmiştir.

Zalime şefkat göstermek ve ona karşı kısas uygulamaktan vazgeçmek asla rahmet değildir. Çünkü bu durumda mazlumun hakkı yenilmiş, zalime de zulme devam etmesi için fırsat verilmiş olur. Bu sebeple Peygamber efendimiz "Merhamet etmeyene merhamet edilmez" buyurmuştur. (Buhârî, "Edeb", 18; Müslim, "Fezâil", 65). Dolayısıyla savaş, yeri geldiğinde, kötü kimselerin sebep olduğu ve yaydığı fesat unsurunu, kötülüğü, toplumları huzursuz edecek her davranışı, ahlaksızlığı ve zulmü ortadan kaldırmak için bütün insanlığa gösterilen bir rahmet ve merhamet yolu olur.

Peygamber Efendimiz Mekke'de aralıksız on üç yıl insanları İslâm'a davet ederek bunun sonucunu sabırla bekleyip durmuştu. Bu süre içinde işkenceler, zulüm ve eziyetler, özellikle güçsüz ve korumasız olan Müslümanlara karşı sürekli devam etmiştir. İşkence gören güçsüz mü'minleri, bu şekilde kendi hallerine bırakmak İslâmî adalete uymuyordu. Dolayısıyla mü'minlere zulmeden müşriklere yaptıkları bu zulmün ne demek olduğunu göstermek ve hak ettikleri cezayı vermek gerekmekteydi. Hicret edip öz diyarlarını terk etmelerine rağmen gittikleri yerde zalimlerin saldırılarına ve üzerlerine sevkedilen orduların ölüm kusan silahlarına karşı direniş göstermek zorunda kalmışlardı. Müslümanları savaşa iten sebep, kendilerine yapılan saldırıları bertaraf etmek, süregelen eziyeti ortadan kaldırmak, zalimleri cezalandırmak ve yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar İslâm davetini ve adaletini emniyet altına almaktı.

Hz. Peygamber (sav) bir rahmet peygamberi olarak Uhud savaşı gününde kanayan yüzünü silerken hala müşriklerin Müslüman olmalarını ümid ediyor ve: "Ya Rabbi Kavmime merhamet ve mağfiret eyle, onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar, onları İslâm'a ve kurtuluşa davet eden Peygamberlerinin yüzünü kana bulayan bu insanlar nasıl kurtulacak bilmiyorum?" diyordu. (Buhârî, "Meğâzi", 25; Müslim, "Cihâd", 105.) Bunun üzerine Cenâb-ı Allah bu konuda ilahi hükmünü şöyle bildirmiştir: "Bu konuda senin yapacağın bir şey yoktur. (Allah dilerse) ya tövbelerini kabul eder yahut zalim olduklarından dolayı onlara azap eder," (Âl-i İmran, 3/128).

Hiçbir ilahi takdir sebepsiz olamaz, dünya hayatı imtihanlarla doludur. Kul ahiret hayatını tercih ettiği müddetçe Allah onun en yakını ve en büyük yardımcısıdır. Kul hata işlediği zaman Allah onun savrulmasını ve düştüğü yanlışlıkları gidermek için ikazlarda bulunur, ona merhamet eder ve hatalarını bırakması ve bir daha yapmaması için O'nun rahmetine sığınmasına fırsat verir. Onun sonsuz merhameti hataların telafisi için sığınılan en yüce kapıdır.

Bedir'de mağlup olup büyük darbe alan müşriklere Cenâb-ı Allah yine insaf ve merhamet etmiş, onlara öğütte bulunup bir daha böyle bir savaşa kalkışmaları halinde neler olabileceğini hatırlatmıştır:

"(Ey Rasûlüm), kâfirlere de ki: "Eğer (şirkten, İslâm'a ve Müslümanlara düşmanlık etmekten, küfürden, Allah'ın emirlerine karşı direnmekten ve düşmanlık etmekten) vazgeçerlerse bütün geçmiş günahları affedilecektir. Eğer yine (şirke) dönerlerse kendilerinden öncekiler için uygulanan (ceza) aynen onlar için de geçerli ilahi bir sünnet olacaktır," (el-Enfâl, 8/38).

Cenâb-ı Allah, Mü'minlere de seslenerek İslâm'a düşmanlık eden olursa, bu düşmanlıklar bitinceye ve yeryüzünde küfür ve zulüm kalmayıncaya kadar mücadelenin gerekliliğini bildirmiştir:

"Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din (geçerli hayat tarzı ve yönetim biçimi, uygulanan hukuk) bütünüyle Allah'ın (istediği gibi, Allah'ın emir ve yasaklarının geçerli olduğu bir ortam) oluşuncaya kadar onlarla savaşınız. Eğer bundan (Allah'ın dinine karşı gelmekten, inkârdan ve toplum içinde bozgunculuk yapmaktan) vazgeçerlerse Allah (herkesin) ne yaptığını iyice görmektedir. Fakat (bütün bunlara rağmen Hak'tan ve İslâm'dan) yüz çevirirlerse bilin ki Allah sizin Mevlânızdır; O ne güzel mevlâdır (ne güzel koruyucudur) ne güzel yardımcıdır!" (el-Enfâl, 8/39-40).

Savaş düşmanın teslim olmasıyla sona erdiğinde, Hz. Peygamber, zalim komutanlar gibi, "düşmanını yok etmeye çalışmamış, aksine adaletle davranıp onlara merhamet ve şefkatle muamele etmişti."

Merhamet, savaş sırasında da elden bırakılmaması gereken insani bir duygu olarak kabul edilmiştir. Çünkü Müslümanların yaptığı savaş insanlığa adaleti öğretme mücadelesidir. Cihattan kasıt intikam hırsıyla düşmanı boğazlama ve onunla çarpışıp vuruşmak, ölmek veya öldürmek gayesi gibi bir düşünce söz konusu değildir. Asıl olan yeryüzünde Müslümanların uğradığı zulmü yok etmek ve düşmanın şerrinden uzak kalmaktır. Hz. Peygamber kendi davasını ve dininin asıl hedefini tanımlarken: "Ben rahmet (ve merhamet) peygamberiyim, Ben (aynı zamanda) savaş peygamberiyim" buyurmuştur. (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, IV, 395) Aslında merhamet ile savaş ilk anda bakıldığında birbirine zıt görünen şeylerdir. Ama İslâmiyet'te savaş sadece merhamet ve zulmü önlemek için yapılır. Çünkü mü'minlerin kalbindeki gerçek merhamet, bu dünyada adaletsizlikleri ve fesadı önlemeyi, her türlü kötülüğü, istilayı ve Allah'a isyanı ortadan kaldırmayı esas ilke kabul eder.

Rasûlullah, savaşta askerlerine ekinleri telef etmemelerini, ağaçları kesmemelerini, çocukları, yaşlıları, kadınları ve savaşa katılmayan, savaş hakkında görüşü olmayan zayıf ve korumasız kimseleri öldürmemelerini emretmiştir. Bu anlamdaki tavsiyelerinden birinde: "Allah'ın adıyla: Allah'ın yolunda yürüyün, Allah'ın düşmanıyla savaşın, hıyanet etmeyin, gadr etmeyin, kimseye işkence yapmayın, savaşa katılmamış yaşlıları, kadınları ve çocukları öldürmeyin," buyurmuştur. (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, I, 300) Bu hadisten de anlaşıldığı gibi Hz. Peygamber'in yaptığı savaşlar sadece zulmü engellemek ve insanlar arasından uzaklaştırmak içindi. Hangi dönemde ve hangi bölgede olursa olsun sonradan gelen Müslümanlar aynı stratejiyi uygulamış ve kendilerine yapılan saldırı ve zulümleri önlemek için savaşmışlardır.

İnsanlık tarihinde esirlere merhamet konusunda Rasûlullah'tan daha merhametli bir kumandan ve lider gösterilemez. O ashabına savaşta ele geçirilen esirlere iyi davranılmasını ısrarla emrederdi. Peygamber Efendimiz bütün insanlık için mükemmel bir örnek teşkil ederek esirlere eziyet edilmesini yasaklamış hatta intikam alma anlayışını zihinlerden ve Müslümanların savaş kültüründen silmek için esirlerin yedirilip içirilmesini ve onlara ikramda bulunulmasını emretmiştir: "Yemeğe olan ihtiyaç ve sevgilerine rağmen, yoksula, yetime ve esire o sevdikleri yemeği (ikram edip) yedirirler," (el-İnsan, 76/8).

Günümüze gelirsek, 100 yıldan beri toprakları işgal edilen defalarca, her birkaç yılda bir şehirleri yıkılan, evleri tahrip edilen, genç ve yaşlı demeden, kadın erkek, çocuk ve bebek demeden bombalarla soykırıma uğratılan mazlum bir halk böylesi bir zulüm karşısında hep suskun durabilir mi? Kendilerine yapılan bu zulmü önlemek için direniş göstermek, işgal edilen topraklarını kurtarmak için mücadele etmek hakları değil midir?

Mensup oldukları bu yüce İslam dininin mensupları olarak "bir yanağına tokat vurulunca öbür yanağını çevirmeyecek" bir imana sahiptirler. Çünkü zalimlerin yeryüzünü fesada uğratarak yaptıkları zulmü önlemekle yükümlüdürler. Hz. Peygamber zulmü önlemek uğruna bunca mücadelelere girmiş ve ümmetine örnek olmuştur. Zulüm kabul edilemez bir adaletsizliktir. Bu mücadeleye girerken de düşmanın gücü silahları, kalabalık orduları, müttefik oldukları diğer zalimlerin de süper güçlere sahip oluşları hesaba katılmaz. Asıl görev zulmü önlemek olduğu için ne pahasına olursa olsun her gün ölmektense mücadele ederek şerefle ölmek zulme karşı direnişin sembolüdür.

Ahmet Ağırakça

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN