
Dindarlık Tanrı İle Ticaret Midir: Socrates Neden İdam Edilmelidir?
Socrates'in Euthyphron'a yönelttiği sorulardan en önemlisi, dindarlığın Tanrı ile insan arasında bir ticaret olup olmadığı hakkındaki sorusu daha doğrusu eleştirisidir. Bu soru önemlidir çünkü dindarlık Tanrı ile insan arasında herhangi bir alış-veriş ilişkisi ise o zaman onu günlük hayatta tecrübe ettiğimiz muadil ilişkilerden nasıl ayırt edeceğiz? Böyle bir eleştiri, halihazırda bir dindarı ilgilendiren ciddi bir sorun, 'karşılıklı' olan bir ilişkide fark edilen mantıklı bir çıkarsamadır. Dindarlıktaki karşılıklılık, insanın Tanrı'ya karşı sorumlulukları ile Tanrı'nın ona bu ilişki dahilinde verdikleri arasındaki ilişki daha doğrusu her ikisinin sebep-sonuç gibi birbirine bağlı kılınmasına dayanır. İnsanın tarafına düşen kısım ibadet, iman veya ahlak gibi yükümlülüklerdir. Bütün bunlar Socrates'in sorusunda 'kurban' başlığı altında toplanır. İnsan Tanrı'ya -politeist dinlerde tanrılara- kurbanlar sunar, hediyeler takdim eder. Dinlerdeki farklı uygulamalara bakıldığında gerçekten eleştiri makul görünür, çünkü Müslümanlık içinde kurbanlar 'yenilerek' faydalı kılınsa bile öteki dinlerin bir kısmında kurbanlar kendi hallerine bırakılır. Tanrı'ya veya başkasına bir hayrı yok iken Tanrı'ya kurban sunmanın anlamı nedir?
Socrates böyle bir eleştiri yöneltince, dindarlığın ikinci kısmını teşkil eden 'dua ve talep' yani Tanrı'nın işi ortaya çıkar: Dindar Tanrı'ya ibadet eder, sunumlar sunar, sonra O'ndan talepte bulunur, dua eder. Biz böyle bir cümleyle birlikte sadece bir Atinalının din anlayışını değil, bütün dindarların az çok din anlayışını öğrenmiş oluruz.
Socrates'in dindarlığa yönelik 'eleştirisi' burada ortaya çıkacaktır: Çünkü vermek-almak üzerine kurulu ilişkiler, Socrates'e göre, herhangi bir şekilde ahlak veya erdem veya başka bir üst isimle değil, günlük hayatta yapageldiğimiz 'alış-veriş' olarak isimlendirilmeyi hak eder. Bir insan bir şey veriyor ve karşılığını talep ediyorsa o zaman buradaki faaliyete ticaretten başka bir ad vermek yanlış ve haksız bir isimlendirmedir. Socrates insanların 'ahlak' alanını ticaretten ayrıştırmak yerine ticarete ahlak, bu örnekte ise 'dindarlık' dediklerini düşünerek ahlakın ve dinin ticaretten farkını sorgular. Anne-baba çocuklarını bir amaçla dünyaya getirir, yetiştirir, sonra buna 'çocuğu sevmek' derler; insanlar çıkarlar için arkadaşlık kurar, buna dostluk derler; insan fayda elde etmek üzere merak gücünü harekete geçirir, sonra buna bilgi der v.s. Burada daha büyük bir sorun vardır: İnsan tanrı ile bir ilişki kurar, sonra ondan bir şey talep eder, sonra buna dindarlık der. Bütün bunlar ticaret değil de nedir?
Sorunun cevabını vermek yerine Euthyphron gider, tartışma ortada sonuçsuz bir şekilde kalır.
Peki biz bu soruya cevap bulabilir miyiz?
Kanaatimce soruya cevap bulmak, daha doğrusu hem evet hem de hayır şeklinde cevap vermek mümkündür. Üstelik bu cevabı verirken insanların neden Socrates'i 'kafir' ilan ettiklerini hatta benzer soruları sorarak dindarlığı daha üst bir seviyeye taşımak isteyen insanları (mistikler ve sufiler) 'yerleşik' dindarların niçin 'tard' ettiklerini anlamak mümkündür.
Öncelikle Socrates'in dindarlık ve ahlak için ulaşılmaz bir seviyeden veya imkânsızlıktan söz ettiğini düşünemeyiz. Ona göre 'dindarlık' tıpkı karşılıklı olmayan ahlak gibi mümkün ve insanın davranışlarını tahlil ederek erebileceği bir yetkinlik seviyesidir. Bununla birlikte söz konusu eleştiriler nedeniyle Socrates suçlanmış, dini reddetmekle, inanları tehlikeye sokmakla eleştirilmiştir. Bu karşıt suçlamalar nereden kaynaklanıyor sorusunu anlamak, dindarlık ve ahlak üzerindeki iki cepheyi anlamak bakımından önemlidir.
Hiç kuşkusuz din, insan eylemlerinde karşılıklı olanın ötesine geçme gayretini ideal olarak kabul eder, insana 'ihlas' adıyla bütün ahlaki eylemlerini inşa eden bir kavram talim eder. İhlas bütün eylemlerde 'karşılıklı' olanı aşmak, beklentiyi geride bırakmak, daha doğrusu beklentiye vesile olabilecek 'ameli' önce değersiz görmek, ikinci düzeyde ise unutmak demektir. Her insan bir ölçüde böyle bir seviyeye terakki etmek için mücadele eder, nefsi terbiye etmenin en önemli unsuru da bu beklentileri aşmaktır. İslam'da tevhidin ahlaktaki tezahürü 'beklentisizlik' olarak kabul edilebilir. Beklentisiz olmak tevhidi anlamak demek iken beklentinin derecesi niyeti bozan bir 'gizli şirk' olarak kabul edilir.
Burada iki temel merhale vardır: Birincisi insanlardan herhangi bir derecedeki beklentinin aşılmasıdır -ki bunda insanın kendinden olan beklentisini aşmak da dahildir (ücub)-. Bu birinci sorunu aşabilmek için Tanrı'dan beklemek 'beklenti' daha doğrusu ihlası bozan bir eylem olarak kabul edilmez, tam tersine, birincinin gerçekleşmesinin vasıtasıdır. İkinci merhalede Tanrı'dan beklentinin ortadan kalkması veya bu beklentinin yön değiştirmesi gerekir. O zaman ikinci seviyede beklentisizlik, Socrates'in arzu ettiği dindarlığa bizi ulaştırır. Sufilerin dile getirdiği eleştiri de tam olarak burada ortaya çıkar. Fakat burada ciddi bir sorun vardır. Çünkü insan böyle bir ahlaki düzeye terakki etmediğinde bir açmaz ortaya çıkacaktır.
Bir uygulama veya geleneği eleştirmek, onu aşarak daha üst bir davranışa çıkmak için gayret etmek, yenisi 'gelenek' haline gelmedikçe insanı ve toplumu bir açmazda bırakır. Bir çok insan, önceki düzen hakkında kuşkuya kapılır, gelenek ve mağaranın bereketine inancını yitirir fakat yenisine ulaşmak da mümkün olmaz. Böyle bir durumda mağaradan çıkmayı teşvik etmek, mağara hakkındaki inancı tezyif etmek, toplum ve bireyler için korunaksız bir durumu önermek demektir. Burada yenisi kurulmadan koruyucu düzen yıkılmış, mağaranın dışına çıkılmış fakat hakikat bulunmamıştır. Bu bakımdan 'düzen' kendini korur: Varlığını tehdit eden eleştirileri bertaraf etmek üzere Socrates'i idam, Hallac-ı Mansur'u berdar eder, Rabia'yı meczup sayar. Çünkü düzenin kendisini koruması böyle bir eleştiriyi bertaraf etmesine bağlıdır.
Socrates, Atina'yı mağaradan çıkartmaya çalışırken tamamen korunaksız bırakmış olabilir, Rabia, insanlara 'beklentisizliği' anlatırken onları geleneksel dindarlıklarından mahrum bırakmış olabilir. Hallac-ı Mansur, Hakkın şah damarından yakın olduğunun anlamını fark ettirirken mutlak iktidarı tezyif etmiş olabilir v.s. Buradaki soru şudur: İdeal her zaman iyidir. Fakat ideale ulaşıncaya kadar insanlar neyle yaşayacak, terk ettiğinin yerini ne alacaktır?
Ekrem Demirli
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.