Çoklu kimlik ve kişilik sendromu
Bizim nesil, büyük badireler atlattı. Uzun yıllar boyunca, kurulu düzen, Allah'a itaat ile kullara itaat arasında gidip gelen bir süreç yaşattı.
Zorlamalar, dayatmalar yüzünden; "iki yüzlü" olup, çevreye ve ortama uygun göründük. Varlığımızı devam ettirebilmek için; bukalemun gibi renkten renge, şekilden şekile büründük.
Kimlik ve kişilik açısından, "çoklu" bir yapı oluştu. Bütünlüğümüz bozuldu; aklımız, ruhumuz, bedenimiz ayrı ayrı çalıştı.
Bir yandan kan kusturup, öte yandan çanak tuttular. Ahvalimizi "sendrom" diye tanımlayıp; derdimize deva için, "Vahşi Batı" canavarının kucağına attılar.
"İlaç" diye verdikleri, istisnasız "zehir" çıktı. İneğin otunu biz verdik, sütü onların kovasına aktı.
Bağlarımız kuraklıktan kurudu, bağırlarımıza ateş düştü. Alınlarımıza yapıştırılan kölelik etiketi, zamanla kimliğimizin ve kişiliğimizin künyesine dönüştü.
Hayatın her alanında, bu sürecin sonuçları ile muhatap oluyoruz. Arpa, buğday ektiğimiz tarlalarımızda; ayrık otlarının kök salıp boy attığının farkına varıyoruz.
Geçtiğimiz günlerde, üniversitede hocalık yapan değerli bir dostla muhabbet ediyorduk. Eğitim sistemini iyileştirme konusunda, yapılması gerekenlerin neler olabileceğini düşünüp değerlendiriyorduk.
Kendisine, peşine düştüğümüz bir ar-ge projesi hakkında bilgi verdik. Milli Eğitim camiası ile Üniversite camiasının iş birliğini sağlamaya çalıştığımızı belirterek; fikren ve fiilen katkıda bulunmasını istedik.
Bize ışık tutup yolumuzu aydınlatan bazı tavsiyelerde bulundu. Bunlardan biri; "Ben dahil, akademik camiadan istifade edin ama sakına insiyatifi onlara bırakmayın" şeklinde oldu.
Arkasından, bu ikazının sebebini-hikmetini söyledi. "Biz, Batı kültür ve medeniyetinin kriterlerine göre akademisyen olduk. Yazdığımız makalelerin, hazırladığımız tezlerin bilimsel sayılabilmesi için; onların kaynaklarını esas almak ve atıfta bulunmak zorunda kaldık. Bu durum, giderek tabii refleks haline geldi. Kimliğimiz, kişiliğimiz ele geçirildi; o kültürle ve medeniyetle uyumlu bireyler olmamız temin edildi" dedi.
Burada, can yakıcı bir ikilem vardı. İnsanlar; inandıkları ile yaptıkları, yaşadıkları arasındaki çelişkilerden yorulup teslim oluyorlardı.
Üstelik, sorun belirli bir kesimle sınırlı değildi. Köylüsünden şehirlisine, işçisinden patronuna, memurundan amirine, aydınından sanatçısına, bürokratından siyasetçisine kadar; "çoklu kimlik ve kişilik" hali yaşayanların örneklerine ve öykülerine şahit olunabilirdi.
Yıllar önce, "cinsel kimlik sorunu" yaşayan bir delikanlı vardı. Doktorlar, psikologlar, psikiyatristler; "Bu senin doğanda var, yapacak bir şey yok" deyip çaresizlik çukuruna bırakmışlardı.
Nice sonra, "Kaderin sahibi Allah'tır ve O her derdin devasını yaratmıştır" diyen bir uzmanın ilgi alanına girdi. Sorunu çözdü, Allah'ın izni ile evlenip çoluk çocuk sahibi olan bir adam haline getirdi.
Ara sıra buluşup görüştüğümüz Veteriner Hekim dostumuz, yürek yakıcı bir hikaye anlattı. Yer yer, kaynadıkça kabarıp taşan süt gibi döküldü; hem ağladı, hem ağlattı.
Zeka, algı, anlayış ve ahlak seviyesi yüksek bir oğlu varmış. Evde anne-baba, okulda öğretmen-idareci, camide imam-müezzin, toplumda aydın-sanatçı kabiliyetini ve kapasitesini kuşatmakta zorlanıyorlarmış.
"Elmas" gibi değerliymiş ama "kömür" muamelesi yapılıyormuş. Sorularına doğru cevaplar vermek, sorgulamalarını tahkiki imana dönüştürmek yerine; "aykırı" sayılıp denklem dışı tutuluyormuş.
Konu pedagogdan psikoloğa, psikologdan psikiyatriste intikal ettirilmiş. Batı kültür ve medeniyetinin tanımladığı "bilim" terazisinde tartılmış; "çoklu kimlik ve kişilik bozukluğu" teşhisi konularak, "damgalı" hale getirilmiş.
Her biri, "felaket tellalı" gibi davranmışlar. Zanlarını kesin hüküm haline getirip; kendisini kötü hissetmesini sağlayacak duyguları, düşünceleri kademeli olarak tırmandırmışlar.
Teşhis doğru ise bile, tedavi dili ve üslubu doğru değilmiş. Tutunacak dalı, gidilecek yolu kalmadığı için; içe dönmüş, kabuğuna çekilmiş.
Giderek, kendisini "lüzumsuz varlık" gibi algılamaya başlamış. "Allah beni niçin var etti ki" gibi sorular sorup, yaratılış hikmetini anlamaya çalışmış.
Sonunda yorgun-bitkin düşmüş, yaşama arzusunu kaybetmiş. Bir bayram günü yatağında ölü bulunmuş ve geldiği yere geri gitmiş.
Babası, ateşe düşmüş gibi kıvranıp gece gündüz feryat ediyor. "İnsanların karanlık bölgelerini aydınlatmaya kalkışmayın, aydınlık bölgelerini genişletin, karanlık bölgeler kendiliğinden aydınlanır" anlayışına atıfta bulunarak; "Niçin "çoklu kimlik ve kişilik zenginliği" tanımı yapıp, kendisini iyi hissetmesini sağlayacak şeyler söylemediler. Fıtrat bahçesinde bulunan altını, gümüşü, elması, yakutu ayrı ayrı değerlendirmesini istemediler" diyor.
Bu bakış açısı; "akıl" nimetinin yanına "gönül" zenginliğini, "ilim" müktesebatının yanına "hikmet" derinliğini eklemeyi gerektirir. Ancak söz konusu kavramlar ve anlamlar, dünyanın hakim anlayışı haline gelen Batı kültür ve medeniyetinin dilinde-düşüncesinde mevcut değildir.
Kişisel, kurumsal, toplumsal, evrensel sorunların ve sendromların temel sebebi budur. Dünya ve insanlık alemi; fıtrat dini olan İslam'ın hayat nizamı haline getirilmesiyle kurtulur.
Bunun için; öncelikle, Allah'ın dinini "çoklu inanış ve yaşayış sendromu" diye özetleyebileceğimiz tahrifatlardan temizlemeye ihtiyaç var. Gelecek asırlar ve nesiller; ancak ve ancak, aslına rücu etmiş arı-duru bir tevhid inancı ile abad olur, felah bulurlar.
Zekeriya Erdim
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.