Dilde ve düşüncede algı, anlam, alan daralması
Genelde alemi, özelde dünyayı ve içindekileri; duyu organlarımızla algılıyor, aklımızla yorumluyor, ruhumuzla hissediyoruz. Kabul ettiklerimizi, benimsediklerimizi, seçip aldıklarımızı "bilgi" haline getiriyor, "bilinç" düzeyine yükseltiyor; duygularımızı, düşüncelerimizi, davranışlarımızı ona göre şekillendiriyoruz.
Benlik, kimlik, kişilik oluşumumuzda; gördüğümüz, duyduğumuz, tattığımız, kokladığımız, hissettiğimiz, kısaca "algı" alanımıza girdiğini fark ettiğimiz her şeyin etkisi var. Her biri, temel yapı taşları gibi varlık binamızın duvarlarında yer alıyorlar.
Biz onları; isimlerle, sıfatlarla, zarflarla, edatlarla, fiillerle tarif ediyor ve tanımlıyoruz. Dilden düşünceye dönüştürerek anlıyor ve anlatıyoruz.
Yazılı ve sözlü anlatımda kullandığımız bu malzemenin tamamına, "söz varlığı" deniyor. "Belirli bir kişi, gurup ya da toplum tarafından bilinen, kullanılan, anlaşılan kelime, kavram ve deyimlerin tamamı" diye tarif ediliyor.
Algı düzeyi ile anlam düzeyi arasında yakın bir ilişki var. Algı alanı ve oranı daralan, küçülen kişiler, kurumlar, ülkeler, toplumlar; anlam alanı ve oranı bakımından da zayıf, fakir, küçük duruma düşüyorlar.
Ayrıca; dilin ve düşüncenin zenginliği ile devletin ve milletin büyüklüğü arasında paralellik olduğu görülüyor. Büyük insanların yetişip yetişmemesinin ve büyük eserler verilip verilmemesinin de bu durumla doğru orantılı olduğu biliniyor.
Tarih boyunca 18 Türk Devleti kurulmuş. Kimi büyük ve uzun ömürlü, kimi küçük ve kısa ömürlü olmuş.
Bunların içinde 5 adet imparatorluk var. Diğerleri devlet, devletçik ve beylik düzeyinde kalmışlar.
Büyük Hun İmparatorluğu 18 milyon kilometre karelik alanda 422 yıl, Göktürk İmparatorluğu 18 milyon kilometre karelik alanda 191 yıl, Uygur İmparatorluğu 18 milyon kilometre karelik alanda 595 yıl, Selçuklu İmparatorluğu 10 milyon kilometre karelik alanda 117 yıl, Osmanlı İmparatorluğu 20 milyon kilometre karelik alanda 623 yıl hüküm sürmüş. Her biri, "nizam-ı alem" ideali ve iddiası ile çetin mücadeleler vermiş.
Son büyük devletimiz olan Osmanlı döneminde, söz varlığımız 600 binin üzerindeydi. Toplam 780 bin kilometre karelik alana sığınan ve sıkışan Türkiye Cumhuriyeti döneminde, 122 bine indi.
Vatan topraklarımızla birlikte, dilimiz, kelime hazinemiz ve hafızamız da daraldı. Doğal olarak, düşünce dünyamız da bu sınırlar içinde kaldı.
Eskiden içinde yaşadığımız diyarlar, yeni dönemde "yad el" oldu. Asırlar boyu aynı kaderi paylaştığımız dostlarımız, akrabalarımız; giderek "yabancı" hale geldi.
O zamanlar Osmanlı coğrafyası içindeki yer değişimleri, "ikamet değişikliği" şeklinde algılanıyordu. Şimdi oralardan Anadolu'ya gelenlerin adı, "göçmen" yahut "sığınmacı" oldu.
Çanakkale'de birlikte savaşan, şehit olan ve yan yana yatan dedelerin torunları; birbirlerini tanımaz, bilmez oldular. Gönül coğrafyasının farklı ülkelerinde ve bölgelerinde kaldılar.
Bu daralma, küçülme, parçalanma; ufkumuzu, dünyaya ve içindekilere bakışımızı da daralttı. Geçmişe dair ortak hatıralarımızla birlikte, geleceğe dair ortak hayallerimizi de süpürüp çöpe attı.
Küçük insanlar, küçük ülkeler, küçük toplumlar olduk. Meyvesi az, gölgesi dar bodur ağaçlar haline geldik.
Dildeki, düşüncedeki anlam ve alan daralması; dinde de müşahade edildi. Bir "hayat nizamı" olan, dünya ve içindekilerle ilgili her şeyi kapsayan-kuşatan "İslam" dini; belirli alanlarla ve konularla sınırlı hale getirildi.
Vahyin yazılı ayetleri okunup ezberleniyor, anlamları büyük çoğunluk tarafından bilinmiyor. İlim, iman, amel, tavır bütünlüğü içinde "Müslüman" olunmuyor.
Yaratılmış vahyin kevni ayetlerini okuyup anlamakta zayıf kaldık. Çoktandır o alanda gayrı müslimlerin beyanlarına razı olduk.
Yaşanmış vahiy olan sünnet, bağlamından çıkarıldı. Kur'an ahlakının en güzel tebliğcisi ve temsilcisi olan Peygamber(sav) Efendimizin müktesebatına; yalan yanlış hurafeler, menkıbeler katıldı.
İstikametini kaybedip şaşkın düşmüş yolcular gibiyiz. Büyük bir tarihin, kültürün, medeniyetin varisleriyiz ama algı ve anlam fakiriyiz.
Zannettiklerimiz ile hak ettiklerimiz arasında büyük mesafeler var. Algı ve anlam hazinelerimizin önündeki engeller; bizi daracık alanlara hapsediyorlar.
Perdeyi açsak, gün ışığını göreceğiz. Düğümleri çözsek, ne kadar büyük ve güçlü olduğumuzu bileceğiz.
Özgüvenimiz geri gelecek, belimiz doğrulacak. Gözümüzde ve gönlümüzde, içinde var olacağımız büyük bir dünya kurulacak.
Bunun için, köklerimizi bulmalıyız. Toprağından yaprağına kadar, algı ve anlam haritamızın bilinçli varisleri olmalıyız.
Türkiye, devlet ve millet olarak, Anadolu topraklarından ve içindekilerden ibaret değildir. Parçaları birleştirip bütüne ulaşmak için; yeni bir kültür ve medeniyet seferberliği ilan edilmelidir.
Geçmişte olduğu gibi gelecekte de "büyük devlet-büyük millet" olabiliriz. Dünyanın ve insanlık aleminin hamisi, hadimi haline gelebiliriz.
Muhtaç olduğumuz kuvvet, köklerimizde mevcuttur. Yolunu tutar, bakımını yaparsak; bir yedi yüz veren ağaç olur.
Zekeriya Erdim
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.